MAKALE DETAY
Harbde zarar gören masumların durumu
Bu Beşinci Mes’ele, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin “Kastamonu Lâhikası”nda, İkinci Cihân Harbinde zarar gören ba‘zı ma‘súmlar hakkında yazdığı bir mektûbun şerh ve îzáhı hakkındadır. Bahsi geçen mektûb şudur:
METİN:
“Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla berâber ma‘nevî ve şiddetli bir soğuk ve musíbet-i beşeriyyeden bî-çârelere gelen felâketler, helâketler, sefâletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden İHTÁR edildi ki: Böyle musíbetlerde kâfir de olsa hakkında bir nev‘í merhamet ve mükâfât vardır ki, o musíbet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musíbet-i semâviyye, ma‘súmlar hakkında bir nev‘í şehâdet hükmüne geçiyor.
“Üç-dört aydır ki, dünyânın vaz‘ıyyetinden ve harbinden hîç bir haberim yokken Avrupa’da Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O ma‘nevî ihtárın beyân ettiği taksîmât, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:
“O musíbet-i semâviyyeden ve beşerin zálim kısmının cinâyetinin netîcesi olarak gelen felâketten vefât eden ve perîşân olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dînde olursa olsun şehîd hükmündedir. Müslümânlar gibi büyük mükâfât-ı ma‘neviyyeleri, o musíbeti hiçe indirir.
“On beşinden yukarı olanlar, eğer ma‘súm ve mazlûm ise, mükâfâtı büyüktür; belki onu Cehennem’den kurtarır. Çünkü, Âhirzamânda mâdem fetret derecesinde dîn ve dîn-i Muhammedî (asm)’a bir lâ-kaydlık perdesi gelmiş ve mâdem Âhirzamânda Hazret-i Ísâ (as)’ın dîn-i hakíkísi hükmedecek, İslâmiyyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i Ísâ (as)’a mensûb Hıristiyanların mazlûmları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev‘í şehâdet denilebilir.
“Husúsan ihtiyârlar ve musíbetzedeler, fakír ve zaífler, müstebid büyük zálimlerin cebr ve şiddetleri altında musíbet çekiyorlar. Elbette o musíbet, onlar hakkında medeniyyetin sefâhetinden ve küfrânından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günâhlara keffâret olmakla berâber; yüz derece onlara kârdır diye hakíkattan haber aldım. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn’e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten tesellî buldum.
“Eğer o felâketi gören zálimler ise ve beşerin perîşâniyyetini ihzâr eden gaddârlar ve kendi menfaati için insân álemine ateş veren hódgâm, alçak insî şeytánlar ise, tam müstehak ve tam adâlet-i Rabbâniyyedir.
“Eğer o felâketi çekenler, mazlûmların imdâdına koşanlar ve istirâhat-ı beşeriyye için ve esâsât-ı dîniyyeyi ve mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza için mücâdele edenler ise, elbette o fedâkârlığın ma‘nevî ve uhrevî netîcesi o kadar büyüktür ki; o musíbeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.”{cke_protected_1}[1]
ŞERH VE ÎZÁHI:
Evvelâ, Müellif (ra)’ın bu mektûbunu anlamak için, bu mektûbla alâkalı ba‘zı esâsâtı bilmek lâzımdır:
1) İslâmiyyeti duyduğu hâlde kabûl etmeyen ve musíbet-i ámmeye, ya‘nî o harb-i umûmîye sebebiyyet veren kimseler “kâfir” olup, ebedî Cehennem’de kalırlar.
2) İslâmiyyeti duyduğu hâlde kabûl etmeyen ve musíbet-i ámmeye, ya‘nî o harb-i umûmîye sebebiyyet vermeyen musíbetzede kimseler de “kâfir” olup ebedî Cehennem’de kalırlar. Ancak, musíbet-i ámmeye sebebiyyet veren diğer kâfirler gibi Cehennem’de azâbları şiddetli olmaz; belki o musíbet, onlar hakkında bir nev‘í rahmet olur. O da, Cehennem’de çekecekleri azâbın daha hafif olmasıdır.
3) Cumhûr-i ulemâya göre, kâfirlerin bülûğ çağına ermeyen ve musíbette vefât eden ma‘súm çocukları ise; Cennet’e girip Cennet’e lâyık çocuklar súretinde kalacaklardır. Hem böyle bir musíbetle öldükleri için âhiret şehîdi olup daha ziyâde bir mükâfâta mazhar olacaklardır.
4) Ehl-i fetret: İslâmiyyeti duymayan ve bilmeyen kimselerdir. İmâm Mâturîdî’ye göre, ehl-i fetret, küfre girmezse; ya‘nî Elláh’ın zâtını inkâr etmezse ve usûl-i îmânide bulunsa; ya‘nî aklıyla Elláh’ı bulsa, ehl-i necâttır. Eğer küfre girse, ya‘nî Elláh’ın zâtını inkâr etse ve usûl-i îmânide bulunmazsa; ya‘nî aklıyla Elláh’ı bulmazsa, ehl-i necât olmaz. Cehennem’de ebedî kalır. Ancak, musíbet-i ámmeye dûçâr olduğu için, eser-i rahmet olarak Cehennem’de azâbı hafifletilir.
İmâm Eş‘arî’ye göre, ehl-i fetret, küfre girse ve usûl-i îmânide bulunmasa bile ehl-i necâttır. Ayrıca, harbe sebebiyyet vermediği ve harbe tarafdâr olmadığı ve o harbde perîşân olduğu için âhiret şehîdi sayılır.
5) O musíbet-i umûmiyyede mazlûmların imdâdına koşanlar ve istirâhat-ı beşeriyye için ve esâsât-ı dîniyyeyi ve mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza için mücâdele edenler;
a) Eğer kâfir iseler, bunlar ebedî Cehennem’de kalırlar. Ancak, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve dîn-i mübîn-i İslâma inanmadıkları hâlde esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, diğer kâfirler gibi Cehennem’de azâbları şiddetli olmaz; belki o musíbet, onlar hakkında bir nev‘í rahmet olur. O da, Cehennem’de çekecekleri azâbın daha hafif olmasıdır ve bu onlar için bir şereftir ve bu cihet, o musíbeti onlara sevdirir.
b) Eğer bunlar ehl-i fetret iseler, ya‘nî İslâmiyyeti duymayan ve bilmeyen kimseler iseler; İmâm Mâtürîdî’ye göre bu kimseler akıllarıyla Elláh’ı bulmuşlarsa, ehl-i necâttırlar. Eğer akıllarıyla Elláh’ı bulmamışlarsa, ehl-i necât değildirler. Cehennem’de ebedî kalırlar. Ancak, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, eser-i rahmet olarak Cehennem’de azâbları hafifletilir.
İmâm Eş‘arî’ye göre ise, bu kimseler küfre girse ve usûl-i îmânîde bulunmasa bile ehl-i necâttırlar. Ayrıca, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, âhiret şehîdi sayılırlar.
c) Eğer bunlar dîn-i mübîn-i İslâmı duyan ve istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza eden ehl-i îmân kimseler ise, bunlar ehl-i Cennet’tirler ve âhiret şehîdi sayılırlar.
6) Yukarıdaki mektûbta geçen “ehl-i fetret”ten murâd; İkinci Cihân Harbinde İslâmiyyeti duymayan kimselerdir. Dîn-i mübîn-i İslâmı duyanlar mes’ûldürler. Bu zamânda ise, duymayan hemen hemen yok gibidir, pek nâdirdir.
7) Ehl-i fetret’in ehl-i necât olabilmesi için dîn-i hakíkíyi işitmemiş olması lâzım geldiği gibi, semâvî vahyin de tahrîfine çalışmaması lâzımdır. Dîn-i hakkı tahrîf edenler, ehl-i fetret olamazlar.
Bu yedi esâs, Kur’ân, Hadîs ve ulemânın tahkíkátıyla sâbit olmakla berâber, Üstâd Bedîuzzamân’ın kendisi de pek çok yerde, husúsan “Yirmi Altıncı Mektûb”un “Dördüncü Mebhası”nda “Muhammedün resûlulláh” demeyen kimsenin ehl-i necât olmasının muhâl olduğunu tasrîh etmiştir. Binâenaleyh, Üstâd Bedîuzzamân’ın bu tür mektûbları, bu esâslara göre ma‘nâ edilmelidir.
Şimdi Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın gelecek cümlelerinin şerh ve îzáhına geçeceğiz:
(Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla berâber ma‘nevî ve şiddetli bir soğuk ve musíbet-i beşeriyyeden bî-çârelere gelen felâketler, helâketler, sefâletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden İHTÁR edildi ki: Böyle musíbetlerde kâfir de olsa hakkında bir nev‘í merhamet ve mükâfât vardır ki, o musíbet ona nisbeten çok ucuz düşer.)
İkinci Cihân Harbinin cereyân ettiği zamânda Avrupa’da ve Rusya’da hattâ ekser devletlerde medeniyyetin sefâheti etrâfa neşrediliyordu; felsefe kitâbları okutuluyor ve okutulan kitâblarda inkâr-ı ulûhiyyet fikri aşılanıyordu. Herkes, husúsan ihtiyârlar ve musíbetzedeler, fakír ve zaífler sefâhet-i medeniyyetten ve inkâr-ı ulûhiyyet dersi veren kitâblardan derin yaralar alıyorlardı. O musíbet-i ámme ve harb-i umûmî, müstebid zálimlerin zulmüne ma‘rûz kalan herkes hakkında, husúsan ihtiyârlar ve musíbetzedeler, fakírler ve zaífler hakkında o sefâhet-i medeniyyetten ve felsefenin dalâletinden gelen günâhlara karşı bir keffâret ve bir nev‘í merhamet oldu. Şöyle ki:
a) Eğer o ihtiyârlar ve musíbetzedeler, fakírler ve zaífler, İslâmiyyeti duydukları hâlde kabûl etmeyen ve musíbet-i ámmeye, ya‘nî o harb-i umûmîye sebebiyyet vermeyen kimseler iseler; onlar kâfir olup, ebedî Cehennem’de kalırlar. Ancak, musíbet-i ámmeye sebebiyyet veren diğer kâfirler gibi Cehennem’de azâbları şiddetli olmaz; belki o musíbet, onlar hakkında bir nev‘í rahmet olur. O da, Cehennem’de çekecekleri azâbın daha hafif olmasıdır.
b) Eğer o ihtiyârlar ve musíbetzedeler, fakírler ve zaífler ehl-i fetret iseler; ya‘nî İslâmiyyeti duymayan ve bilmeyen kimseler iseler; İmâm Mâtürîdî’ye göre bu kimseler, akıllarıyla Elláh’ı bulmuşlarsa ehl-i necâttırlar. Eğer akıllarıyla Elláh’ı bulmamışlarsa ehl-i necât değildirler. Bunlar, Cehennem’de ebedî kalırlar. Ancak, musíbet-i ámmeye dûçâr oldukları ve zulme ma‘rûz kaldıkları için, eser-i rahmet olarak Cehennem’de azâbları hafifletilir.
İmâm Eş‘arî’ye göre ise, bu kimseler küfre girse ve usûl-i îmânîde bulunmasa bile ehl-i necâttırlar. Ayrıca, harbe sebebiyyet vermedikleri ve harbe tarafdâr olmadıkları belki o harbde perîşân oldukları için âhiret şehîdi sayılırlar.
(Eğer o felâketi gören, zálimler ise ve beşerin perîşâniyyetini ihzâr eden gaddârlar ve kendi menfaati için insân álemine ateş veren hódgâm, alçak insî şeytánlar ise, tam müstehak ve tam adâlet-i Rabbâniyyedir.)
İslâmiyyeti duyduğu hâlde kabûl etmeyen ve musíbet-i ámmeye, ya‘nî o harb-i umûmîye sebebiyyet veren, kendi menfaati için beşeri perîşân eden ve insâniyyet álemini ateşe veren kimseler, kâfir olup ebedî Cehennem’de kalırlar ve bu cezâ onlar için ayn-ı adâlet olduğu gibi, dünyâda gördükleri felâket de ayn-ı adâlettir.
(Eğer o felâketi çekenler, mazlûmların imdâdına koşanlar ve istirâhat-ı beşeriyye için ve esâsât-ı dîniyyeyi ve mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza için mücâdele edenler ise, elbette o fedâkârlığın ma‘nevî ve uhrevî netîcesi o kadar büyüktür ki; o musíbeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.)
İkinci Cihân Harbi hengâmında biri menfî, diğeri müsbet olmak üzere iki táife mevcûd idi:
Bir táife: O gizli ecnebî komitesidir ki, ahkâm-ı İlâhiyye ve mukaddesât-ı semâviyye ile muáraza edip dînsizliği revâca veriyor ve beşerin istirâhatını kaçırıp felâkete sürüklüyordu.
Diğer táife ise: O gizli ecnebî komitesine karşı istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ediyor, esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza etmek için mücâdele veriyordu.
Bu ikinci táife ise üç kısma ayrılır:
a) O felâketi çekenler eğer kâfir iseler, ebedî Cehennem’de kalırlar. Ancak, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve dîn-i mübîn-i İslâma inanmadıkları hâlde esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, diğer kâfirler gibi Cehennem’de azâbları şiddetli olmaz; belki o musíbet, onlar hakkında bir nev‘í rahmet olur. O da, Cehennem’de çekecekleri azâbın daha hafif olmasıdır. Dolayısıyla bu musíbet, onlar için bir medâr-ı şereftir ve Cehennem’de çekecekleri azâbın hafif olmasına sebeb olduğu için Cenâb-ı Hak o musíbeti onlara sevdirir.
b) Eğer bu táife, ehl-i fetret ise, ya‘nî İslâmiyyeti duymayan ve bilmeyen kimseler iseler; İmâm Mâtürîdî’ye göre bu kimseler akıllarıyla Elláh’ı bulmuşlarsa ehl-i necâttırlar. Dolayısıyla bu musíbet, onlar için bir medâr-ı şeref olur ve ebedî bir Cennet’i kazanmalarına sebeb olduğu için Cenâb-ı Hak o musíbeti onlara sevdirir. Eğer akıllarıyla Elláh’ı bulmamışlarsa ehl-i necât değildirler. Bunlar Cehennem’de ebedî kalırlar. Ancak, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, eser-i rahmet olarak Cehennem’de azâbları hafifletilir. Dolayısıyla bu musíbet, onlar için bir medâr-ı şeref olur ve Cehennem’de çekecekleri azâbın hafif olmasına sebeb olduğu için Cenâb-ı Hak o musíbeti onlara sevdirir.
İmâm Eş‘arî’ye göre ise, bu kimseler küfre girse ve usûl-i îmânîde bulunmasa bile ehl-i necâttırlar. Ayrıca, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, âhiret şehîdi sayılırlar. Dolayısıyla bu musíbet, onlar için bir medâr-ı şeref olur ve ebedî bir Cennet’i ve ma‘nevî bir şehâdeti kazanmalarına sebeb olduğu için Cenâb-ı Hak o musíbeti onlara sevdirir.
c) Eğer bunlar dîn-i mübîn-i İslâmı duyan ve istirâhat-ı beşeriyyeyi te‘mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza eden ehl-i îmân kimseler ise, bunlar Cennet ehlidirler ve âhiret şehîdi sayılırlar. Dolayısıyla bu musíbet, onlar için bir medâr-ı şeref olur ve ebedî bir Cennet’i ve ma‘nevî bir şehâdeti kazanmalarına sebeb olduğu için Cenâb-ı Hak o musíbeti onlara sevdirir.
Şimdi metinde geçen ba‘zı ta‘bîrleri tahlîl etmeye çalışalım:
Metinde geçen “istirâhat-ı beşeriyye” ta‘bîrinden murâd, ahkâm-ı İlâhiyyenin tatbîk ve icrâsı netîcesinde beşerin elde ettiği huzúr ve saádettir. Evet, istirâhat-ı beşeriyye, ancak beşere dünyâ ve âhiret saádetini va‘d eden Kur’ân’ın ahkâmının tatbîkı ile, ve evâmir ve nevâhî-yi İlâhiyyenin icrâsı ile elde edilebilir. O hâlde, beşeriyyetin istirâhatı için çalışanlar, ancak Kur’ân’ı müdâfaa edenler ve ahkâm-ı İlâhiyyenin tatbîkıne tarafdâr olanlardır.
Kur’ân’ın dışındaki ahkâm ile beşerin huzúr ve saádeti te’mîn edilemez. İstirâhat-ı beşeriyye, hudûd ve ukubât-ı şer‘ıyyenin devlet tarafından tatbîk edilmesiyle ve zálimleri adâlet-i Kur’âniyyeye boyun eğdirmekle mümkün olur. Toplumda fitne ve fesâdın önü, ancak devlet tarafından i‘lân edilen cihâd-ı dînî ile kesilir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’da şöyle buyurmaktadır:
وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ كُلُّهُ لِلّٰهِۚ
“Yeryüzünde fitne (şirk ve küfür) kalmayıp, dîn tamâmıyla Elláh’ın oluncaya kadar (O’ndan başkasına ibâdet edilmeyinceye kadar) müşrikler ve kâfirlerle savaşın.”{cke_protected_9}[10]
Demek, şirk ve küfür, fitneden ibârettir. İstirâhat-i beşeriyyeyi te’mîn etmek için fitne duruncaya kadar ehl-i şirk ve küfür ile savaşılması, Kur’ân’ın emridir.
Bütün ahkâm-ı Kur’âniyye mahz-ı adâlet olduğu gibi, ayn-ı rahmettir. Her bir hükm-i İlâhî, gelecek âyet-i kerîmelerin ifâdesiyle rahmet ve adâlet-i İlâhiyyeyi tasdîk ediyorlar:
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ “Biz, seni ancak álemlere rahmet olarak gönderdik.”{cke_protected_10}[11]
وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًاۜ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪ۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
“Ey Ekreme’r-Rusül! Rabbin Teálânın kelimesinden ibâret olan Kur’ân, va‘dinde sádık ve hükmünde ádil olması bakımından tamâm oldu. Aslâ noksán kalmadı. Çünkü, ihbârında yalan ve ahkâmında aslâ zulüm yoktur. Gerek geçmiş ümmetler hakkında, gerek kıyâmete kadar zuhûr edecek hâdisât husúsunda vermiş olduğu haberleri vâkıa mutâbıktır, aslâ hulf yoktur. Emir ve nehiy, helâl ve harâm gibi bütün ahkâmı adâlete muvâfıktır. Rabbin Teálânın kelimâtını tebdîl ve tahrîf ve kıyâmet gününe kadar ahkâmını tağyîr edici yoktur. Zîrâ, senin bi‘setinle emr-i nübuvvet ve risâlet tamâm ve bâb-ı vahiy münsed oldu. Binâenaleyh sen, enbiyânın hátemi ve rusül-i kirâmın seyyidi oldun. Elláhu Teálâ kullarının sözlerini duyar ve işlerini bilir.”[12]
Metinde geçen “esâsât-ı dîniyye” ta‘bîrinden murâd; Kur’ân’ın tesbît ettiği altı erkân-ı îmâniyye, husúsan “Lâ ilâhe illelláh Muhammedün resûlulláh” kelime-i kudsiyyesini tasdîk etmek; kelime-i şehâdet, namâz, zekât, oruç ve hac denilen beş esâsât-ı İslâmiyyeye inanmak ve amel etmek; kebâiri terk etmek; devletçe hudûd ve ukubât-ı şer‘ıyyeyi tatbîk etmek; husúsan bütün peygamberlerin şerîatlerinde müttefekun aleyh olan evâmir ve nevâhî-yi İlâhiyyeye teslîm olmaktır. İsrâ ve En‘ám sûrelerinde geçen ve bütün peygamberlerin şerîatlerinde mevcûd olan evâmir ve nevâhîlerden ba‘zılarını naklediyoruz:
“1) Yalnız Elláh’a ibâdet edin, O’na hîç bir şeyi şerîk koşmayın.
“2) Anne ve babaya ihsânda bulunun.
“3) Akrabâya hakkını verin.
“4) Fakírlere yardım edin.
“5) Yolda kalmışların ihtiyâclarını giderin.
“6) Tebzîr etmeyin. (Malınızı gayr-ı meşrû‘ yollarda harcamayın.)
“7) Elinizi boynunuza bağlamayın. (Cimri olmayın.)
“8) Elinizi bütün bütün de açmayın. (Helâl dâirede isrâf etmeyin.)
“9) Fakírlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin.
“10) Zinâya yaklaşmayın.
“11) Haksız yere adam öldürmeyin.
“12) Kısasta şer‘í hükümlerin dışına çıkmayın.
“13) Yetim malına yaklaşmayın.
“14) Elláh’a ve insânlara vermiş olduğunuz sözde durun.
“15) Ölçtüğünüz zamân tam ölçün.
“16) Doğru terâzî ile tartın.
“17) Hakkında bilgi sáhibi olmadığınız şeylerin ardından gitmeyin.
“18) Yeryüzünde kibirle yürümeyin.”{cke_protected_11}[13]{cke_protected_12}
En‘ám Sûresi 151 ve 152. âyet-i kerîmelerde ise şu esâslar yer almaktadır:
“1) Elláh’a hîç bir şeyi şerîk koşmayın.
“2) Ana babaya iyilikte bulunun.
“3) Fakírlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyin.
“4) Kötülüklerin, husúsan zinânın açığına da gizlisine de yaklaşmayın.
“5) Haksız yere adam öldürmeyin.
“6) Yetimin malına bülûğ çağına varıncaya kadar, malını en güzel bir şekilde koruyup çoğaltmak hizmetinden başka bir súrette yaklaşmayın.
“7) Tam ölçün.
“8) Tam tartın.
“9) Söz sáhibi olduğunuz zamân da‘vâcı veyâ da‘vâlı akrabânız bile olsa adâleti gözetin.
“10) Elláh’a ve insânlara verdiğiniz sözü tutun.”
Evâmir ve nevâhî-yi İlâhiyyeden ibâret olan bu yirmi sekiz esâsa riáyet etmeyenleri, Kitâb ve Sünnetin tesbît ettiği cezâlarla cezâlandırmak vazífesi devlete áiddir.
Metinde geçen “mukaddesât-ı semâviyye” ta‘bîrini îzáh etmeden önce bir hakíkati beyân etmekte fâide vardır. Şöyle ki:
Tevrât, İncîl ve Zebûr’un asılları semâvî ise de, bugün mevcûd olan Tevrât, İncîl ve Zebûr’a gerçek ma‘nâda semâvî kitâb denilmez. Bu kitâblar, Kur’ân nazarında üç kısımdan müteşekkildir:
{cke_protected_13}a) O kitâbların bir kısım âyetleri onların dîn adamları tarafından tahrîf edilmiştir.
b) Bir kısım âyetleri Kur’ân tarafından tasdîk olunmuştur.
c) Bir kısım âyetleri de Kur’ân tarafından nesh olunmuştur.
Şimdi bu üç kısmı az da olsa îzáh etmeye çalışacağız:
a) Kur’ân’dan evvel nâzil olan kitâbların bir kısım âyetleri daha Peygamber (asm) gönderilmeden önce onların dîn adamları tarafından tahrîf edilmişlerdi. Beşerin yanlışları bu kitâblar içine girmiş ve üzerinde kalem oynatılmıştı. Bu kitâbların tahrîf edildiği husúsunda Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’da bir çok âyet-i kerîme bulunmaktadır. Nümûne olarak iki âyet-i kerîmeyi naklediyoruz:
يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِه۪
“Onlar, Kur’ân’ın evsáfını beyân hakkında Tevrât’ta nâzil olan âyetleri, Resûlulláh (asm)’ın evsáfından ve bi‘setinden haber veren kelimeleri ve ahkâm-ı İlâhiyyeyi yerlerinden tağyîr ederler ve Kur’ân’ın semâvî kitâblara muhálif bir kitâb olduğunu iddiá ederler ve Tevrât’ı lâfzen ve ma‘nen tebdîl ederler.”{cke_protected_14}[14]
Müfessir Fahri Râzî’nin beyânına göre; “tahrîf”, bir kelimenin makámına diğer bir kelime yazılmakla olduğu gibi; te’vîlât-ı fâside ile ma‘nâsını tağyîr etmekle dahi olur.
فَوَيْلٌ لِلَّذ۪ينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِاَيْد۪يهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هٰذَا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ لِيَشْتَرُوا بِه۪ ثَمَنًا قَل۪يلًاۜ فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ اَيْد۪يهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ
“Ukúbet-i azíme veyâ Cehennem’deki Veyl deresi şunlar içindir ki, onlar elleriyle tahrîf olunmuş kitâbı yazıp, sonra, ‘Bu Elláhu Teálâ tarafındandır’ diye rüşvet almak için az bahâ ile satarlar. Veyl onlar içindir ki, Elláh’ın gönderdiği kitâbı tağyîr edip elleriyle yazdılar ve yine veyl o kimseler içindir ki, onunla rüşvet ve harâmı kesb ettiler.”{cke_protected_15}[15]
“Mervîdir ki, hicret-i saádette ulemâ-i Yehûd, riyâsetlerinin zevâli havfiyle Tevrât’ta Peygamber (asm)’ın vasfı, ‘Orta boylu, kara gözlü ve buğday renkli’ diye musarrah iken, ‘uzun boylu, mâvi gözlü ve beyaz renkli’ diye tahrîf eylemelerine binâen avâm, ‘Va‘d edilen peygamber bu değildir’ diye inkâr ettiler.”[16]
b) O kitâbların bir kısım âyetleri de Kur’ân tarafından tasdîk edilmiştir. Kur’ân-ı Azímü’ş-şân bu konuda şöyle buyurur:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اٰمِنُوا بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ
“Ey kendilerine kitâb verilenler! Berâberinizdeki kitâbı tasdîk edici olarak indirdiğim Kur’ân’a îmân edin.”{cke_protected_16}[17]
وَاٰمِنُوا بِمَٓا اَنْزَلْتُ مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ وَلَا تَكُونُٓوا اَوَّلَ كَافِرٍ بِه۪ۖ
“Ve berâberinizdeki kitâbı tasdîk edici olarak indirdiğim Kur’ân’a îmân edin, onu inkâr edenlerin ilki olmayın.”{cke_protected_17}[18]
c) O kitâbların bir kısmı ise Kur’ân tarafından nesh edilmiştir. Bu husústa Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır:
اَلَّذ۪ينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْاُمِّيَّ الَّذ۪ي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِۘ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهٰيهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَٓائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ وَالْاَغْلَالَ الَّت۪ي كَانَتْ عَلَيْهِمْۜ فَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِه۪ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ مَعَهُٓۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ۟
“O rahmetim ehl-i kitâbdan şu kimselere hásdır ve vâcibdir ki; onlar Nebiyy-i Ümmî olan o Resûle (Hz. Muhammed’e (asv)) ittibâ‘ eden kimselerdir ki, o Resûl-i Ümmî’nin evsáfını o ehl-i kitâb yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de yazılı olarak buluyorlar. O Resûl-i Ümmî, onlara ma‘rûfu (tevhîdi ve evâmir-i İlâhiyyeye itáati) emreder ve münkerden (küfürden ve günâhlardan) nehy eder. Ve temiz şeyleri (sığır ve koyunların iç yağları, develerin etleri ve sütleri gibi) onlara helâl eder ve habîsâtı (kan, domuz eti, fâiz ve rüşvet gibi) onlara harâm eder. Ve onların üzerindeki ağır hükümleri ve bendleri kaldırır ve hafifletir. Öyle ise, ehl-i kitâbdan o kimseler ki (Abdulláh ibn-i Selâm ve Necâşî ve ashâbları gibi), bunlar o Nebiyy-i Ümmî’ye îmân ettiler ve onu ta‘zím edip kılıçlarıyla ona yardım ettiler ve o Resûlle berâber indirilen nûra, ya‘nî Kur’ân’a ittibâ‘ ettiler (ya‘nî, Kur’ân’ın helâlini helâl ve harâmını harâm kabûl ettiler.) İşte felâha, ya‘nî kurtuluşa erenler, yalnız onlardır. Böyle bir îmâna sáhib olmayan Yahûdî ve Hıristiyanlar değil. Ya‘nî, Yahûdî ve Hıristiyanlar ehl-i necât değildir.”[19]
O hâlde, Kur’ân-ı Kerîm ve Resûl-i Ekrem (asm), geçmiş kitâblarda yapılan tahrîfleri tashîh, doğrularını tasdîk ve bir kısım ahkâmını nesh ve ağır hükümlerini de tahfîf etmiştir. Bu sebeble, geçmiş kitâbların mensûbları, Kur’ân’ı ve Hátemü’l-Enbiyâ olan Muhammed-i Arabî (asm)’ı kabûl etmekle mükelleftirler.
Demek, Kur’ân nazarıyla bakmadan, Kur’ân’dan önce nâzil olan o kitâbların tahrîf ve tasdîk edilen kısımları bilinemez ve nesh olunan kısımları da tam belli olamaz. O hâlde:
a) Kur’ân’ın tasdîk ettiği kısımlar doğrudur ve bunları tasdîk etmekle mükellefiz.
b) Tahrîf edilen kısımlar ise yanlıştır ve bu kısma semâvî denilmez. Ancak Kur’ân’ın tashîh ettiği noktalar semâvîdir ve doğrudur.
c) Kur’ân’ın nesh ettiği geçmiş kitâblardaki ahkâm ise zâten onlarla amel edilmez. Bu da tam belli değildir. Ancak Kur’ân’ın tesbît ettiği noktalar doğru olarak bilinmelidir.
Mâdem bu üç noktayı diğer kitâblarda tesbît etmek mümkün değildir. Öyle ise, semâvî tek kitâb, yalnız Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’dır ve onun tasdîk ve tashîh ettiği kısımlar ancak semâvîdir. Diğer kitâblara semâvî denilmez; Zîrâ, onlar semâvîlikten çıkmıştır, beşerî kitâblar hâline gelmişlerdir. Müellif (ra)’ın ba‘zan o kitâblar hakkında kütüb-i semâviyye ta‘bîrini kullanmasından murâdı:
Ya, “O kitâbların asılları semâvîdir” demek istemiştir.
Ya da, “O kitâbların Kur’ân tarafından tasdîk edilen âyetleri semâvîdir” demek istemiştir.
Yoksa hâşâ, “Bugünkü Tevrât, İncîl ve Zebûr semâvî birer kitâbtır” demek istememiştir.
O hâlde, metinde geçen “mukaddesât-ı semâviyyeden” murâd, Kur’ân’ın mukaddes kabûl ettiği değerlerdir. Zîrâ, aslını muhâfaza eden semâvî kitâb yalnız Kur’ân’dır. Bu değerler ise, başta altı erkân-ı îmâniyye, beş esâsât-ı İslâmiyye, ahkâm-ı İlâhiyye, bâ-husús Elláh, peygamberler, semâvî kitâblar, melekler, Haremeyn-i şerifeyn, Ka‘be, Beyt-i Makdîs, câmi‘ler, mescidler, ezân-ı Muhammedî, Cum‘a günü gibi mukaddesâttır.
Metinde geçen “hukúk-ı insâniyye” ta‘bîrinden murâd; Elláh’ın ta‘yîn ettiği insân haklarıdır. Beşerin hevâ-i nefsine göre ta‘yîn ettiği veyâ Avrupa’nın tesbît ettiği insân hakları murâd değildir. Hem yine metinde geçen “hukúk-ı insâniyye” ta‘bîrinden murâd; Kur’ân’ın tesbît ettiği hukúk-ı insâniyyedir. Muharref kitâbların tesbît ettiği hukúk-ı insâniyye değildir. Hukúk-ı insâniyye husúsunda Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz’in vedâ hutbesini nümûne olarak naklediyoruz:
“Ey insânlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha buluşamayacağım. Ey insânlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu ayınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübârek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emîndir.
“Ashâbım! Yârın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp biribirinizin boynunu vurmayın. Bu vasıyyetimi, burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki, bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhâfaza etmiş olur.
“Ey ashâbım! Kimin yanında bir emânet varsa onu sáhibine versin. Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin, borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Elláh’ın emriyle fâizcilik artık yasaktır. Câhiliyyetten kalma bu çirkin ádetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdulmuttálib’in oğlu (amcam) Abbâs’ın fâizidir.
“Ashâbım! Câhiliyyet devrinde güdülen kan da‘vâları da tamâmen ortadan kaldırılmıştır; ilk kaldırdığım kan da‘vâsı da Abdulmuttálib’in torunu (yeğenim) Rebîa’nın kan da‘vâsıdır.
“Ey insânlar! Bugün Şeytán sizin şu topraklarınızda yeniden nüfûz ve saltanat gücünü ebedî súrette kaybetmiştir. Fakat, bu kaldırdığım şeyler háricinde küçük gördüğünüz işlerde de ona uyarsanız, bu da onu memnûn edecektir. Dîninizi korumak için bunlardan sakınınız.
“Ey insânlar! Kadınların haklarına riáyet etmenizi ve bu husústa Elláh’dan korkmanızı tavsiye ederim. Siz, kadınları Elláh’ın emâneti olarak aldınız. Ve onların nâmûslarını ve ısmetlerini Elláh adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, áile şerefini korumaları ve evlerinizi sizin hóşlanmadığınız hîç kimseye açmamaları, çiğnetmemeleridir. Eğer onlar, râzı olmadığınız herhangi bir kimseyi evinize alırlarsa, onları dövebilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini te’mîn etmenizdir.
“Ey mü’minler! Size iki şey emânet bırakıyorum, onlara temessük ettikçe aslâ dalâlete düşmezsiniz. O emânetler, Elláh’ın kitâbı Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber (asm)’ın sünnetidir.
“Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhâfaza ediniz. Müslümân Müslümânın kardeşidir ve bütün Müslümânlar kardeştir. Dîn kardeşinize áid olan herhangi bir hakka tecâvüz, başkasına helâl değildir. Ancak gönül hóşluğuyla verilen müstesnâ.
“Ashâbım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.
“Ey insânlar! Cenâb-ı Hak, her hak sáhibine hakkını vermiştir. Vâris için vasıyyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona áiddir. Zinâkâr için mahrûmiyyet cezâsı vardır. Babasından başkasına neseb iddiá eden soysuz, yâhúd efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Elláh’ın gazabına, meleklerin la‘netine ve bütün Müslümânların düşmânlığına uğrasın! Cenâb-ı Hak, bu insânların ne tevbelerini, ne de şehâdetlerini kabûl eder.
“Ey insânlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arab olmayana, Arab olmayanın da Arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyâh üzerinde, siyâhın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâda, Elláh’dan korkmaktadır. Elláh katında en kıymetli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.
“A‘zásı kesik siyâhî bir köle başınıza âmir olarak ta‘yîn edilse, sizi Elláh’ın kitâbı ile idâre ederse, onu dinleyiniz ve itáat ediniz.
“Suçlu, kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu ile, oğlu da babasının suçu ile suçlanamaz.
“Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:
- “Elláh’a hîç bir şeyi ortak koşmayacaksınız.
- “Elláh’ın harâm ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz.
- “Zinâ etmeyeceksiniz.
- “Hırsızlık yapmayacaksınız.
“İnsânlar, ‘Lâ ilâhe illelláh’ deyinceye kadar onlarla cihâd etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zamân kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesâbları ise Elláh’a áiddir.”
İşte Resûl-i Ekrem (sav), meâlini verdiğimiz “Vedâ Hutbesi”nde insân haklarını çok vecîz bir súrette ifâde etmiştir.
Hulâsa: Metinde geçen “istirâhat-ı beşeriyye” ta‘bîrinden murâd, ahkâm-ı İlâhiyyenin tatbîk ve icrâsı netîcesinde beşerin elde ettiği huzúr ve saádettir.
“Esâsât-ı dîniyye” ta‘bîrinden murâd; Kur’ân’ın tesbît ettiği altı erkân-ı îmâniyye; beş esâsât-ı İslâmiyye; devlet tarafından tatbîk edilen hudûd ve ukubât-ı şer‘ıyye; husúsan bütün peygamberlerin şerîatlerinde müttefekun aleyh olan evâmir ve nevâhî-yi İlâhiyyedir.
“Mukaddesât-ı semâviyye”den murâd, Kur’ân’ın mukaddes kabûl ettiği Elláh, peygamber, câmi‘ler, ezân gibi değerlerdir.
“Hukúk-ı insâniyye” ta‘bîrinden murâd ise; Elláh’ın ve O’nun fermânı olan Kur’ân’ın ta‘yîn ettiği insân haklarıdır.
O hâlde, İkinci Cihân Harbinde felâketi çekenler; mazlûmların imdâdına koşan ve istirâhat-ı beşeriyye için ve esâsât-ı dîniyyeyi ve mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza için mücâdele eden táife ise:
a) Eğer bunlar kâfir iseler, ebedî Cehennem’de kalırlar. Ancak, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve dîn-i mübîn-i İslâma inanmadıkları hâlde esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, diğer kâfirler gibi Cehennem’de azâbları şiddetli olmaz; belki o musíbet, onlar hakkında bir nev‘í rahmet olur. O da, Cehennem’de çekecekleri azâbın daha hafif olmasıdır. (Ebû Tálib gibi) Bu onlar için bir şereftir ve bu cihet o musíbeti onlara sevdirir.
b) Eğer bunlar ehl-i fetret ise, ya‘nî İslâmiyyeti duymayan ve bilmeyen kimseler iseler; İmâm Mâtürîdî’ye göre, bu kimseler akıllarıyla Elláh’ı bulmuşlarsa, ehl-i necâttırlar. Eğer akıllarıyla Elláh’ı bulmamışlarsa, ehl-i necât değildirler. Cehennem’de ebedî kalırlar. Ancak, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, eser-i rahmet olarak Cehennem’de azâbları hafifletilir.
İmâm Eş‘arî’ye göre ise, bu kimseler küfre girse ve usûl-i îmânîde bulunmasa bile ehl-i necâttırlar. Ayrıca istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, âhiret şehîdi sayılırlar.
c) Eğer bunlar, dîn-i mübîn-i İslâmı duyan ve istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza eden ehl-i îmân kimseler ise; bunlar Cennet ehlidirler ve âhiret şehîdi sayılırlar.
Müellif (ra)’ın bu mektûbundaki ifâdeleri Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâya tam muvâfık iken ve o zamânın şartları çerçevesinde ve bir kısım ferdlere mahsús bir hüküm iken; o ifâdeleri ve o hükmü bu zamâna ve umûm Hıristiyanlara, hattâ Yahûdîlere teşmîl etmek büyük bir hatádır ve Müellif (ra)’a büyük bir iftirâdır. Böyle bir iftirâ da ancak o gizli zındıka komitesine áid olabilir. Zîrâ, bir mü’min böyle bir inanca sáhib olamaz. Bu husústa tafsílâtlı bilgi için, Akáid ve Fıkıh kitâblarına mürâcaat olunsun!
NOT: Müellif (ra)’ın şerh ve îzáhını yaptığımız bu mektûbuyla aynı meâlde olan “Kastamonu Lâhikası”nda şöyle bir mektûb mevcûddur:
“Bir zamân, eski Harb-i Umûmî’de, düşmânların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyâde olduğundan, tahammülüm háricinde azâb çekerdim.
“Birden kalbime geldi ki, o maktûl ma‘súmlar şehîd olup velî olurlar; fânî hayâtları, bâkí bir hayâta tebdîl ediliyor ve záyi‘ olan malları sadaka hükmünde olup, bâkí bir mal ile mübâdele olur.
“Hattâ o mazlûmlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belâlara mukábil rahmet-i İlâhiyyenin hazînesinden öyle mükâfâtları var ki; eğer perde-i gayb açılsa, o mazlûmlar haklarında büyük bir tezáhür-i rahmet görünüp, ‘Yâ Rabbî! Şükür Elhamdü lillâh’ diyeceklerini bildim ve kat‘í bir súrette kanâat getirdim. Ve ifrât-ı şefkatten gelen şiddetli te’sîr ve elemden kurtuldum.”{cke_protected_18}[20]
Bu mektûbu da, şerh ve îzáhını yaptığımız mektûbda geçen esâslara göre mütálea etmek gerekir. Kısacık bir hulâsası şudur ki:
a) O eski harb-i umûmîde vefât edenler eğer mü’min iseler; onlar şehîd olmuşlar, fânî hayâtları bâkí bir hayâta tebdîl edilmiş, záyi‘ olan malları da sadaka hükmüne geçmiştir.
b) Eğer o harbde zulme uğrayanlar kâfir iseler; zâten kâfirler, âyet-i kerîmenin nassıyla ebedî Cehennem’de kalırlar. Ancak, bu kimseler harbde zulme uğradıkları için, Cehennem’de çekecekleri azâb, diğer kâfirlerin çekeceği azâba nisbeten daha hafiftir. Müellif (ra) bunu, “kendilerine göre” kaydıyla ifâde etmiştir. Ama, bununla berâber, Cehennem’de ebedî kalırlar. Çünkü, Cennet, kâfirlere harâmdır.
c) Eğer o mazlûmlar ehl-i fetret iseler, ya‘nî İslâmiyyeti duymayan ve bilmeyen kimseler iseler; İmâm Mâtürîdî’ye göre, bu kimseler akıllarıyla Elláh’ı bulmuşlarsa ehl-i necâttırlar. Eğer akıllarıyla Elláh’ı bulmamışlarsa ehl-i necât değildirler. Cehennem’de ebedî kalırlar. Ancak, zulme ma‘rûz kaldıkları için, eser-i rahmet olarak Cehennem’de azâbları hafifletilir.
İmâm Eş‘arî’ye göre ise, bu kimseler küfre girse ve usûl-i îmânîde bulunmasa bile ehl-i necâttırlar. Ayrıca, zulme uğradıkları için, âhiret şehîdi sayılırlar.
Demek, Müellif (ra)’ın cümlelerini edille-i şer‘ıyyeye göre şerh ve îzáh etmek lâzımdır. Yoksa, fâsid te’vîller ve yanlış anlamalar vücûd bulur.
(Kaynak: Reddu’l-Evham, s. 223-248)
[1] Kastamonu Lâhikası, s. 111.
[2] A‘râf Sûresi, 40-41.
[3] A‘râf Sûresi, 50.
[4] Vâkıa Sûresi, 56:18. İnsân Sûresi, 76:19.
[5] Daha sonra Çin de bu komiteye katılmıştır.
[6] İsrâ Sûresi, 17:15.
[7] Mektûbât, 28. Mektûb, 8. Mes’ele, s. 385.
[8] Mektûbât, 26. Mektûb, 4. Mebhas, 5. Mes’ele, s. 336.
[9] Arabî Mesnevî-i Nûriye, 180-181.
[10] Enfâl Sûresi, 6:39.
[11] Enbiyâ Sûresi, 21:107.
[12] En‘ám Sûresi, 6:115.
[13] İsrâ Sûresi, 17:23-38.
[14] Nisâ Sûresi, 4:46.
[15] Bakara Sûresi, 2:79.
[16] Mevâkib Tefsîri, Cihangir Yayınları, c. 1, s. 90-91.
[17] Nisâ Sûresi, 4:47.
[18] Bakara Sûresi, 2:41.
[19] A‘râf Sûresi, 7:157. Tefsîr-i İbn-i Abbâs-Beydávî.
[20] Age, s. 69-70.