MAKALE DETAY
İlim nedir? Álim kime denir? Risâle-i Nûr'u okuyan álim olur mu?
Kökü ecnebî diyârında olan ma‘lûm zındıka komitesi tarafından sû-i isti‘mâl edilen mes’elelerden birisi de, Üstâd Bedîuzzamân’ın “Yirmi Birinci Lem‘a”daki, “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan, bu zamânın mühim, hakíkatli bir álimi olabilir” sözü hakkındadır. Ma‘lûm zındıka komitesi, Üstâd Hazretlerinin bu sözünü fâsid te’vîllerle te’vîl edip, “Risâle-i Nûr’u her okuyan kişi, bir sene içinde álim olur. Onun için Risâle-i Nûr kâfîdir, başka eserleri, husúsan Kur’ân ve hadîsi okumaya ihtiyâc yoktur” diyerek bu fâsid te’vîli, Álem-i İslâm içinde yaymışlardır. O gizli örgüt, Bedîuzzamân Hazretlerinin mezkûr cümlesini sû-i isti‘mâl etmekle Müslümânları, bâ-husús Risâle-i Nûr şâkirdlerini Kur’ân ve hadîsden uzaklaştırmak istiyorlar. Bu sebeble, bu mes’eleyi kaleme almak mecbûriyyetinde kaldık. Bu mes’eleyi kaleme alırken hedefimiz o gizli zındıka komitesidir; -hâşâ- Müslümânlar, bâ-husús Risâle-i Nûr talebeleri değildir.
Bu cümlenin ma‘nâsını anlamak için evvelâ bu cümlenin zikredildiği mektûbun icmâlî ma‘nâsını beyân edip, daha sonra “álim” kime denir ve Üstâd’ın bu cümlesinde geçen “álim” ta‘bîrinden murâdının ne olduğunu anlatmaya çalışacağız.
Cümlenin geçtiği mektûb, “İhlâs Lem‘ası” denilen meşhûr “Yirmi Birinci Lem‘a”nın âhirine bir zeyl olarak ilâve edilmiştir. Bu Lem‘a’da, ihlâsı kazanmanın ve muhâfaza etmenin düstûrları ve en müessir sebebleri gáyet hárika bir súrette anlatıldıktan sonra, tarîk-ı hakta çalışan Kur’ân hádimlerini bu hizmetten alıkoyan ve ihlâsı kıran mâni‘ler zikredilip îkáz edildikten sonra, mezkûr mektûb eserin âhirine derc edilmiştir. Bu mektûbda, mübârek Üç Aylar’ın girmesinden dolayı zikir ve evrâd ile meşgûliyyet sebebiyle Risâle-i Nûr’u yazmakta fütûr gösteren talebelere şevk ve gayret vermek için Üstâd Bedîuzzamân, Risâle-i Nûr’u yazmakta beş nev‘í ibâdet bulunduğunu beyân edip, sonra iki hadîs-i şerîfin ma‘nâsını cem‘ ederek, kalemleriyle Risâle-i Nûr’u yazan talebelere her bir dirhem mürekkebinin haşirde yüz dirhem şehîd kanıyla muvâzene edileceği müjdesini vermiş ve bu súretle meşrû‘ hırs-ı sevâb arzûsuyla dahi Kur’ân hizmetinde fütûr gösterilmemesi ve Kur’ân’a hizmetin nâfile zikir ve evrâddan çok daha fazla sevâblı olduğunu latíf bir üslûbla beyân etmiştir.
Üstâd’ın zikrettiği hadîslerden,
Birincisi:
يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَاءِ بِدِمَاءِ الشُّهَدَاءِ (ev kemâ kál). Ya‘nî, “Mahşerde ulemâ-i hakíkatin sarf ettikleri mürekkeb, şehîdlerin kanıyla muvâzene edilir, o kıymette olur.”[1]
İkincisi:
مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهيدٍ (ev kemâ kál). Ya‘nî: “Bid‘aların ve dalâletlerin istîlâsı zamânında Sünnet-i Seniyyeye ve hakíkat-i Kur’âniyyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehîd sevâbını kazanabilir.”[2]
İşte, şu iki hadîs cem‘ edildiğinde şu müjde-i Nebeviyye zuhûr ediyor ki, bid‘aların istîlâ ettiği böyle bir zamânda hakáik-ı îmâniyyeye ve esrâr-ı şerîat ve sünnet-i seniyyeye hizmet eden mübârek, hális kalemlerden akan siyâh nûr veyâ âb-ı hayât hükmünde olan mürekkeblerin bir dirhemi, şühedânın yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde, Risâle-i Nûr şâkirdlerine fayda verebilir.
Buna mukábil şöyle bir mukadder suâl vârid oluyor ki:
Eğer deseniz: “Hadîsde ‘álim’ ta‘bîri var. Bir kısmımız yalnız kâtibiz.”
Buna cevâben Üstâd Hazretleri şöyle diyor:
“Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan, bu zamânın mühim, hakíkatli bir álimi olabilir.”
İşte, mezkûr cümle, Risâle-i Nûr şâkirdlerinin şu müjde-i Nebeviyyeye mazhariyyetleri için söylenmiştir.
Şu cümlenin iyi anlaşılabilmesi için, evvelâ kime álim dendiğini ve álimin şer‘í ta‘rîfinin ne olduğunu îzáh etmek lâzımdır.
“Álim”, lügat ma‘nâsı i‘tibâriyle, ilmin ism-i fâilidir ve “bilen”, “ilim sáhibi olan” ma‘nâsınadır. İstılâhî ma‘nâda ise álim; ulûm-i şer‘ıyye olan “tefsîr, hadîs, akíde ve fıkhı bilen” kişilere denir. Bu ilimleri bilmeyen kişilere, başka mevzú‘larda ne kadar ma‘lûmât sáhibi olursa olsunlar, álim denilmez. Kur’ân ve ehâdîs-i Nebeviyyede álimlerin fazíletleri hakkında vârid olan bütün haberler, bu şer‘í ilimlere, ya‘nî Kur’ân, hadîs, akíde ve fıkha vâkıf olan kimseler hakkındadır. Bu mes’eleyi İmâm-ı Nevevî “Minhâc”da, vasıyyet mevzúunda şöyle îzáh etmiştir:
و العلماء اصحاب علوم الشرع من تفسير وحديث وفقه، لا مقرئ واديب و معبِّر و طبيب، و كذا متكلم عند الاكثرين
“Álimler, şer‘í ilimler olan tefsîr, hadîs ve fıkıh ilmini bilen kişilerdir. Mukri’, edîb, muabbir ve tabîb, álim sayılmazlar. Ekser ulemâya göre, mütekellim de álim sayılmaz.”[3]
Görüldüğü üzere, İmâm-ı Nevevî sâdece “tefsîr, hadîs ve fıkıh” ilmini bilen kişilere “álim” denileceğini, bunun háricindeki ilimleri bilenlerin álim sayılamayacağını ifâde etmiştir. “Minhâc”ın şerhi olan “Muğni’l-Muhtâc”da İmâm-ı Nevevî’nin bu sözü îzáh edilirken şöyle denilmiştir:
“Tefsîr, lügatte, garîb lafzın ma‘nâsını beyân etmek demektir. Şer‘an ma‘nâsı ise; Kitâb-ı Azîz olan Kur’ân’ın ma‘nâsını ve onun murâdını anlamaktır. Bu ise, sâhili olmayan bir denizdir ki; her álim bu denizden kendi mikdârınca almaktadır. Bu ise iki kısımdır.
“Biri: Ancak tevkíf ile anlaşılabilen kısımdır. (Ya‘nî, Elláh ve Resûlü (asm) o âyetlerin ma‘nâsını beyân etmiştir ki, onun háricinde bir ma‘nâ verilmesi mümkün değildir. Kur’ân’ın diğer âyetleri ve Resûl-i Ekrem (asm) o âyetleri nasıl tefsîr etmişse, öylece anlaşılması lâzımdır.)
“Diğeri: Lügat, Maánî ve Beyân gibi başka ilimler vâsıtasıyla lafzın delâletinden idrâk edilen kısımdır.
“Bu ikinci kısım ise, şerîattan istifâde edilen lafza, ya‘nî Kur’ân’ın lafzına tevakkuf ettiği için, o dahi şer‘í sayılır. Ve bu iki kısmın arkasında, Elláhu Teálâ’nın kuluna ihsân ettiği bir fehim, bir anlayış vardır ki, o dahi şer‘í sayılır. Irakî şöyle demiştir: Bir kişi ahkâmını bilmeden sâdece tefsîri bilse, ona hîç bir şey sarf edilmez. (Ya‘nî, álim sayılmadığı için vasıyyet edilen maldan ona bir şey verilmez.) Çünkü, o sâdece hadîsi veyâhúd duyduğu bir sözü nakleden kişi gibidir.
“Hadîs ilminden murâd; hadîslerin râvîlerini, tarîklerini, sahîhini, sakímini, alîlini ve bu husústa ihtiyâc duyulan diğer şeyleri bilmektir. Bu ilim, Kur’ân’dan sonra en şerefli ilimdir. Onun için, bu ilimde álim olan, ulemânın en şereflilerindendir. Hadîsleri sâdece dinleyen kişi ise hadîs álimi sayılmaz.
“Fıkıh ilminden murâd ise; ahkâm-ı şer‘ıyyeyi nass ve istinbât cihetiyle bilmek demektir. Ya‘nî, şerîatın her bir nev‘ıne áid bir kısım ahkâma ma‘rifet sáhibi olmaktır. Bunu İbn-i Rif‘a söylemiştir. Bu sözden murâdı ise; şerîatın bütün bâblarından her bir bâba áid bir kısım ahkâma muttAli’ olmaktır. Yoksa, ahkâm-ı şerîatın bâblarından sâdece bir bâbı bilmek değildir. Meselâ kişi, sâdece hayız ahkâmını veyâ ferâiz ahkâmını bilmekle fıkıh álimi sayılmaz. Şâri‘ her ne kadar bunları ilmin yarısı olarak tesmiye ettiyse de, sâdece bu kısımları bilmekle álim sayılmazlar.”[4]
İmâm-ı Nevevî’nin yukarıda álim-i şer‘í olarak saymadığı kimselerden “Mukri’”den murâd, “Muğni’l-Muhtâc”ın beyânına göre, ya Kur’ân’ı yüzünden okuyan kimsedir veyâhúd rivâyât ve ricâl álimleridir. Ya‘nî, hadîslerin ma‘nâsını anlamadan sâdece râvîlerini tanıyan kişilerdir ki; bunlar, sâdece hadîslerin rivâyet yollarını bilen kişiler gibi álim sayılmazlar. Veyâhúd mukri’den murâd, ma‘nâya değil de sâdece lafızlara taalluk eden kırâet ilmini bilen kimselerdir ki, bunlar da álim sınıfına girmezler.
Edîbden murâd ise, nahivciler ve lügatçilerdir. Muabbir’den murâd, rü’yâ ta‘bîrcileridir. Tabîb’den murâd ise, tıb fennini iyi bilenlerdir. “Muğni’l-Muhtâc”, Nevevî’nin bu saydıklarına, “müneccim, matematikçi ve mühendisleri” de dâhıl etmiştir ki, bunlar da şer‘í álim sayılmazlar. Ayrıca lügat, sarf, maánî, beyân, bedî‘, arûz, káfiye, mûsîkí ve bunlar gibi ilimleri bilenlerin de álim sayılamayacağını beyân etmiştir.
Hem İmâm-ı Nevevî yukarıdaki cümlesinde, ekser ulemâya göre, mütekellimlerin, ya‘nî kelâmcıların da álim sayılmayacağını ifâde etmiştir. İmâm Sibkí bunu şöyle îzáh etmiştir:
“Eğer kelâm ilminden murâd; Elláhu Teálâ’yı ve onun sıfatlarını bilmek ve bid‘atçıları reddedip sahîh i‘tikádı, fâsid i‘tikáddan ayırt etmek için lâzım olan ilimleri tahsíl etmek ise; bu şer‘í ilimlerin en yükseğidir ve bu ilmin álimi, álimlerin en fazíletlisidir. Eğer kelâm ilminden murâd, bu ilimdeki şübhelerle meşgúl olmak ve felsefenin mesleğinde gidip onların tartışmaları içinde boğulmak ve zamânını záyi‘ etmek ise ve hattâ bundan ziyâde olarak bid‘atçi olup dalâlete da‘vetçi olmak ise; bu, ilimden ziyâde cehâlet ismine lâyıktır. Ammâ, hukemâ ve felsefecilerin mesleğinde giden İlâhiyyât ile alâkalı kelâm ise, o da Usûli’d-dîn ilminden sayılmaz. Belki, o ilmin ekserîsi dalâlet ve felsefedir. Elláhu Teálâ menn u keremiyle bizi muhâfaza etsin. İşte, İmâm Şâfií’nin red ve inkâr ettiği kelâm, şu kısım kelâmdır. Ya‘nî, felsefe mesleğinde giden kelâmdır. İmâm-ı Şâfií şu kısım kelâm için şöyle demiştir:
“‘Elláhu Teálâ’nın kulunu şirkin háricindeki cümle günâhların içine atması, onu (felsefe mesleğinde giden) kelâm ilmine atmasından daha hayırlıdır.’ ”[5]
Sibkî ayrıca şöyle demiştir:
“Kezâ, súfîler de kelâm ulemâsı gibi şu iki kısma ayrılırlar.”[6]
Şu îzáhtan anlaşılıyor ki, şer‘í ilimler münhasıran Kur’ân ve Hadîs’ten ibârettir. Eğer bir ilim, Kur’ân ve hadîse dayanıyor, ya‘nî onların ma‘nâsını îzáh ediyorsa; Kur’ân ve hadîsin bir nev‘í tefsîri olduğu cihetle, o ilim de şer‘í bir ilim sayılır. Kur’ân ve hadîsin ise iki ciheti vardır.
Birincisi: Amelî cihetidir ki, Ehl-i Sünnet içindeki mezheb imâmlarının re’yleri, Kur’ân ve Hadîsin bu cihetini tefsîr ve îzáh etmektedir.
İkincisi: Îmânî ve i‘tikádî cihetidir ki, ilm-i Usûli’d-dîn ve müsbet olan kelâm ve tasavvuf bu ciheti tefsîr ve îzáh etmektedir.
Bu nokta-i nazardan, Kur’ân ve hadîsin amelî cihetini tefsîr ve îzáh eden fıkıh ilmi ile, Kur’ân ve hadîsin îmânî ve i‘tikádî cihetini tefsîr ve îzáh eden ilm-i Usûli’d-dîn, müsbet ilm-i kelâm ve ilm-i tasavvuf da şer‘í birer ilim sayılırlar. Fakat, fıkıh, kelâm ve tasavvuf gibi ilimlerin şer‘í ilim sayılmaları mutlak değil, ancak Kur’ân ve hadîse uygun olmaları ve Kur’ân ve hadîse birer tefsîr, birer âyine ve birer dellâl hükmünde olmaları şartıyla mukayyeddir. Fıkıh, kelâm ve tasavvuf içinde, Kur’ân ve hadîse muhálif olan ve onlara gölge ve perde olan, ya‘nî cam gibi arkasında Kur’ân ve hadîsi göstermeyen, ya‘nî Ehl-i Sünnet ve Cemâat’e muhálif olan fıkıhçıların, kelâmcıların ve tasavvufçuların ilimleri şer‘í birer ilim sayılmazlar. Belki onlar cehâlet, hattâ bid‘at ve dalâlettir. Binâenaleyh, mes’eleyi şöyle hulâsa edebiliriz:
Şer‘í olan fıkıh ilmi, Ehl-i Sünnet ve cemâatin on iki hak mezhebinin ve şu ânda revâcda olan Hanefî, Mâlikî, Şâfií ve Hanbelî mezheblerinin fıkhıdır. Bu mezheblerin dâiresi içinde olmak şartıyla, bir kimse fıkhın her bir bâbına áid kâfî mikdârda ilme sáhib olursa, o kişi álim-i şer‘í sayılır. Bu Ehl-i Sünnet mezheblerinin háricinde olan diğer bâtıl mezheblerin fıkıhları ise ilm-i şer‘í sayılmaz ve o ilmin sáhibleri de álim-i şer‘í olamazlar. Ancak, bid‘at ve dalâlet içinde birer fâsık olurlar.
Şer‘í olan kelâm ilmi, ya‘nî müsbet kelâm ilmi ise, Kur’ân ve hadîse uygun olan ve Kur’ân ve hadîsin îmânî hakíkatlerini tefsîr ve îzáh eden ve felsefeyi kendisine meslek edinmemiş olan kelâm ilmidir. Ya‘nî, Ehl-i Sünnet ve cemâatin i‘tikádî mezhebleri olan Mâtürîdî ve Eş‘arî mezheblerinin Kur’ân ve hadîsden istihrâc ederek tesbît ettikleri îmânî hakíkatleri, yine Kur’ân ve hadîse istinâd ederek aklî delîllerle isbât eden müsbet kelâm ilmi de bir ilm-i şer‘í sayılır. Bu ilmin álimi de álim-i şer‘í sayılır. Belki, bu ilmin sáhibi, álimlerin en fazíletlisidir. Fakat, kelâm ilmi adı altında felsefeyi kendisine meslek edinmiş ve felsefenin düstûrlarını kabûl ederek hareket eden, ve Kur’ân ve hadîse istinâd etmek yerine, aklına ve felsefeye istinâd eden, ve Kur’ân ve hadîsin ma‘nâsına kendi aklını ve felsefenin düstûrlarını mihenk yapan táifelerin kelâm ilimleri ilm-i şer‘í değildir.
Şer‘í olan tasavvuf ilmi ise, Ehl-i Sünnet ve Cemâat içinde olan ve Kur’ân ve hadîsin beyân ettiği îmânî hakíkatlerin inkişâfını kendisine gáye-i maksad edinen ve tarîkatı, şerîata hâdim olarak gören tasavvuf ilmi de bir ilm-i şer‘í sayılır. Fakat, keşfiyyâtını mutlak doğru olarak gören ve Kur’ân ve hadîsin mîzânına vurmayan, Ehl-i Sünnetin muhakkík ulemâsının düstûrlarına riáyet etmeyen ve şerîatı, tarîkata hádim zanneden táifelerin tasavvufları bir ilm-i şer‘í değildir.
İşte, şu káidelere binâen, Risâle-i Nûr’un mevkııni şöyle tesbît edebiliriz:
Risâle-i Nûr, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’ın i‘câz-ı ma‘nevîsinden gelen bir tefsîr-i Kur’ânîdir. Kur’ân’ı kendisine üstâd telakkí etmiş, bütün himmetini Kur’ân’a tevcîh etmiş ve Kur’ân ve hadîsin îmânî hakíkatlerini tefsîr, îzáh ve isbât etmiştir. Bu cihette, müsbet ilm-i kelâm ve ilm-i tasavvuf içinde bir tecdîd yapmıştır. Şu noktada aslâ felsefeyi kendisine meslek ittiház etmemiş, belki menfî felsefeyi Kur’ân’ın karşısında bir düşmân olarak telakkí etmiş; ve Kur’ân’ın hazînesinden aldığı ma‘nevî bürhân silâhlarıyla, fen ve felsefeden gelen evhâm ve şübheleri def‘ etmeyi kendisine gáye-i maksad yapmıştır. Bedîuzzamân Hazretleri, eserlerinin hîç bir yerinde Ehl-i Sünnetin muhakkík álimlerinin tesbît ettikleri düstûrlara muhálefet etmemiştir. Bu hakíkati, Üstâd Bedîuzzamân, kendi mesleğini anlatırken şöyle ifâde ediyor:
“Bütün bildiği ulûm-i mütenevviayı Kur’ân’ın fehmine ve hakíkatlarının isbâtına basamaklar yaparak hedefini ve gáye-i ilmiyyesini ve netîce-i hayâtını, yalnız Kur’ân bildi. Ve Kur’ân’ın i‘câz-ı ma‘nevîsi, ona rehber ve mürşîd ve üstâd oldu.”[7]
Hem yine şöyle demiştir:
“Risâletü’n-Nûr sâir te’lîfât gibi ulûm ve fünûndan ve başka kitâblardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstâdı yok, Kur’ân’dan başka merciı yoktur. Te’lîf olduğu vakit hîç bir kitâb müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’ânîden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzûl ediyor.”[8]
Üstâd Hazretlerinin burada ve sâir eserlerdeki, “Risâle-i Nûr’un Kur’ân’dan başka merciı yoktur” ve, “Ne şarkın ulûmundan ve ne de garbın fünûnundan alınmamıştır” gibi ifâdelerinin ma‘nâsı şudur:
Risâle-i Nûr, şarkın ulûmundan, ya‘nî “kelâm” ve “tasavvuf”tan alınmadığı gibi; garbın fünûnundan, ya‘nî “felsefe”den de alınmamıştır. Doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîm’in i‘câz-ı ma‘nevîsinden gelen ve ilhâm ve istihrâcla yazılmış bir tefsîr-i Kur’ânîdir.
Risâle-i Nûr, kelâm ve tasavvufta tecdîdât yaparak, felsefeyi de çürüterek, doğrudan doğruya Kur’ânî bir tarz ve metod ta‘kíb etmek súretiyle “ilim içinde hakíkate yol açan” yüksek ve ma‘nevî bir tefsîr-i Kur’ânîdir.
Risâle-i Nûr, bu asrın ihtiyâcına cevâb verecek şekilde yazılan, yeni ve müstakil bir üslûbla kaleme alınan, záhir ve bâtının memzûcu bir tefsîr-i Kur’ânîdir.
Risâle-i Nûr, hakáik-ı îmâniyye cihetinde, kelâm ve tasavvuf ilimlerine ihtiyâc bırakmıyor. Zîrâ, hakáik-ı îmâniyyenin aklî delîllerle isbâtı husúsunda kelâm ilminin serd ettiği delîllere bedel; Risâle-i Nûr daha kuvvetli delîller serd eder. Tasavvuftaki İmkân Álemi’nin keşfinden sonra Vücûb Álemi’ni keşfetmeye bedel; Risâle-i Nûr, Álem-i İmkân’la Álem-i Vücûb’u berâber ders verir. Ya‘nî, her bir eserde bütün âsârı, her bir fiilde bütün ef‘áli, her bir isimde bütün esmâyı gösterir. Böylece, tasavvufun en son mertebesinde elde edilebilen hakáikı ve keşfiyyâtı, Risâle-i Nûr ilk derste verir ve akıl ile kalbi birleştirir.
Risâle-i Nûr, tasavvuf ve kelâm ilimlerinde tecdîdât yapmış, bu ilimleri Kur’ânî bir hâle getirmiş, asrın anlayışına göre îzáh etmiş ve Kur’ân’a bağlamıştır. Ya‘nî, tasavvuf ve kelâm ilimleri, her ne kadar Kur’ân’dan alınmışsa da, zamânla aslını kaybederek başka bir şekle dönüştüğünden; Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri asrın müceddidi olması hasebiyle tasavvuf ve kelâmda tecdîdât yaparak Kur’ânî bir şekil kazandırmıştır.
Risâle-i Nûr, hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeyi isbât etmek noktasında kelâm ilmine; keşfiyyât noktasında da tasavvufa ihtiyâc bırakmamıştır.
Hem Risâle-i Nûr, bâtıl efkârını nazara vermeden, felsefeyi de çürütmüştür. Bu hakíkat, “Üçüncü Kitâb” bölümünde îzáh edildiğinden oraya mürâcaat edilsin.
Mâdem hakíkat budur. O hâlde, Risâle-i Nûr’daki ilm-i hakíkat dahi, Kur’ân’a istinâd ettiği ve Kur’ân’ın ma‘nevî bir tefsîri olduğu cihetle bir ilm-i şer‘ídir. Belki, îmâna taalluk ettiği için, ilimlerin şâhı ve pâdişâhıdır. Binâenaleyh, Risâle-i Nûr’u, Kur’ân-ı Hakîm’in îmânî hakíkatlerinin tefsîri olduğu cihetle okuyan ve anlayan bir kişi, ya‘nî Risâle-i Nûr’un vâsıtasıyla Kur’ân-ı Hakîm’in dâire-i kudsiyyesine giren ve Kur’ân ve hadîsi anlamaya muvaffak olan bir kişi, elbette bir álim-i şer‘í sayılır.
Ancak, burada gáyet ehemmiyyetli ve dikkatten kaçırılmaması gereken bir mes’ele vardır. O da şudur ki:
Risâle-i Nûr’u okuyan kişinin, okuduğu ilmin bir ilm-i şer‘í sayılması ve kudsiyyet kazanması için; Risâle-i Nûr’u, Kur’ân’ın bir tefsîri niyyetiyle okuması ve okurken, “Üstâd ne diyor?” diye değil, “Kur’ân ne diyor?” diye bakması ve Risâle-i Nûr’da anlatılan hakíkatleri Kur’ân’ın içinde görmesi lâzımdır. Yoksa, Risâle-i Nûr onun gözünde Kur’ân’dan ayrı müstakil bir tasnîfât hükmüne geçer ve o ma‘lûmât kudsiyyetini yitirir. Binâenaleyh, Risâle-i Nûr şâkirdinin okuduğu ilmin bir ilm-i şer‘í olması iki noktaya mütevakkıftır:
Birincisi: Risâle-i Nûr’u okurken, onun Kur’ân ve hadîsin bir tefsîri olduğunu bilip, Risâle-i Nûr vâsıtasıyla Kur’ân ve hadîsi anlamak niyyetiyle ve bu tarz-ı nazar ile okuması lâzımdır.
İkincisi: Risâle-i Nûr’da anlatılan hakíkatleri Kur’ân’da görebilmesi için, Kur’ân ve onun tefsîri olan hadîs-i şerîfleri kâfî mikdârda bilmesi lâzımdır.
Bu hakíkati İmâm-ı Şa‘rânî, üstâdı olan Aliyyü’l-Havâs’tan naklediyor ki; Aliyyü’l-Havâs şöyle demiş:
“Álim, diğer zamânlardaki müctehidlerin ve mukallidlerin kavillerini Kitâb ve Sünnetle karşılaştırıp her bir kavlin menşeini bilmeyince, bize göre onun ilimdeki makámı kâmil olmaz. Bilince de, işte burada avâm mertebesinden çıkar ve álim ismine hak kazanır. İlm-i billâh sáhibi álimler için ilk makám burasıdır. Sonra buradan derece derece yükselir, hattâ Kur’ân-ı Kerîm’in bütün hükümlerini ve edeblerini Fâtihâ Sûresi’nden çıkarır. Meselâ, namâzda Fâtihâ’yı okumakla Kur’ân’ın bütün ma‘nâsını bu sûre ile anladığından, kendisi Kur’ân’ı hatmeden kişi gibi sevâb alır. Sonra buradan da yükselir ve Kur’ân’ın ve şerîatın bütün hükümlerini, müctehidlerin ve kıyâmete kadar onların mezheblerindeki álimlerin bütün sözlerini, dilediği her hangi bir harften çıkarır. Sonra buradan daha ileri ve kâmil bir dereceye yükselir. Bize göre, kâmil álim işte budur.”[9]
Üstâd Bedîuzzamân da, şerîat kitâblarını okuyanların, o kitâbları Kur’ân’ın ne dediğini anlamak için okuması gerektiğini, yoksa o álimin ne dediğini anlamak niyyetiyle okunmaması gerektiğini şöyle ifâde etmiştir:
“Şerîat kitâbları, birer şeffâf cam mâhiyyetinde olmak lâzım gelirken, mürûr-i zamânla, mukallidlerin hatásı yüzünden paslanıp hicâb olmuşlardır. Evet, bu kitâblar, Kur’ân’a tefsîr olmak lâzımken, başlı başına tasnîfât hükmüne geçmişlerdir.”[10]
Hem yine şöyle demektedir:
“Meselâ, bir adam İbn-i Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa, İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.”[11]
Üstâd’ın beyân buyurduğu bu káide, elbette Risâle-i Nûr için de geçerlidir. Risâle-i Nûr’u okuyan kişi, Bedîuzzamân’ın ne dediğini anlamak için değil, Kur’ân’ın ne dediğini anlamak için okumalıdır. Fakat, sâdece böyle bir niyyeti taşıması da kâfî değildir. Elbette, Risâle-i Nûr’da anlatılan hakíkatlerin Kur’ân’ın hakíkatleri olduğunu bilmek ve onları Kur’ân ve onun tefsîri olan hadîslerde görebilmek için Kur’ân ve hadîsi okumak, ve onları kâfî derecede bilmek, ve bunlar için lâzım olan ba‘zı ilimlere de muttAli’ olmak lâzımdır. Yoksa, mücerred niyyet, bu maksúda ulaşmak için kâfî değildir.
İşte, eğer Risâle-i Nûr’u okuyan kişi, yukarıda zikrettiğimiz iki düstûra riáyet ederse, ya‘nî Kur’ân ve hadîsi okur ve onlarda kâfî mikdârda bir ilme sáhib olursa ve Risâle-i Nûr’u Kur’ân ve hadîsi anlamak niyyetiyle okursa; Cenâb-ı Hakk’ın tevfîk ve inâyetiyle Kur’ân ve hadîsin sırları ona açılır, müsbet kelâm ve tasavvuf ilimlerinin pek fevkınde hakíkat ilmine giden bir yolu, belki onlardan çok daha kısa ve selâmetli ve çok daha yüksek bir caddeyi Kur’ân’ın içinde bulur ve o cadde-yi Kur’âniyyede giderek hakíkate, ya‘nî ma‘rifetulláha ve ilm-i billâh’a ve bütün îmân hakíkatlerinin inkişâfı mertebesine ulaşır. Risâle-i Nûr’un erkânından Hacı Hulûsí Bey, Hoca Sabri, Mehmed Feyzi Efendi gibi zevât-ı áliyye, şu mertebe-i ulyâya ulaşan Risâle-i Nûr talebelerindendir.
İşte, şu mertebeye ulaşan bir kişi, elbette bir álim-i şer‘í sayılır. Hattâ, îmân ilminde álim olan bir kişi, álimlerin en fazíletlisidir. Hattâ, şöyle de denilebilir ki, şu ilm-i hakíkatte álim olmayan kişi, hakíkí álim de sayılmaz. Ya‘nî, ilm-i hakíkat -ki Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın kudsî dersleriyle, başta Elláh’ı bütün esmâ ve sıfâtıyla bilmek ve sonra bütün îmânî hakíkatlerinde inkişâf edip yakín mertebesine ulaşma ilmi- ilimlerin en fazíletlisi olmakla berâber, hakíkí ilim de budur. Bu ilme sáhib olmayan kişi, başka husúslarda ne kadar ma‘lûmât sáhibi olursa olsun, álim sayılmaz. Bu hakíkati, İmâm-ı Gazâlî gáyet tafsílâtlı bir súrette îzáh etmiştir. Ezcümle: Hüccetü’l-İslâm İmâm-ı Gazâlî, ba‘zı kelimelerin zamân içinde ma‘nâlarının tahrîf edildiğinden bahsederken “fıkıh” ve “ilim” kelimelerinin Asr-ı Saádet’te nasıl telakkí edildiğini ve sonraki zamânlarda bu kelimelerin ma‘nâlarının nasıl değiştirildiğini anlatırken şöyle demiştir:
“Birinci lafız: Fıkıhtır. Bu lafızda tahsís ile tasarruf etmişler. Yoksa, nakil ve tahvîl ile, ya‘nî başka ma‘nâlara kaydırarak tasarruf etmemişler. Bu kelimeyi, fetvâlardaki garîb fürûátın bilinmesi, dakík illetlere vukúfiyyet ve bu husústaki kelâmı çoğaltmak ve bunlarla alâkalı mes’eleleri ezberlemek ma‘nâsına tahsís etmişlerdir. Kim bu mes’elelerin derinliğine dalmışsa ve bunlarla daha çok meşgúl ise, ‘İşte en fakíh budur’ denilmiştir.
“Birinci asırda ise fıkıh kelimesi mutlak olarak, âhiret yolunun ilmi, nefsin âfetleri ve amellerin müfsidâtını bilmek ve dünyânın hakáretini ihâtadaki kuvvet ve âhiret ni‘metlerini bilmekteki şiddet ve kalbe Elláh korkusunun istîlâsı ma‘nâsında kullanılırdı. Elláh Teálâ’nın şu kelâmı buna delâlet etmektedir:
وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنفِرُواْ كَآفَّةًفَلَوْلاَ نَفَرَ مِن كُلِّ فِرْقَةٍ مِّنْهُمْ طَآئِفَةٌ لِّيَتَفَقَّهُواْ فِي الدِّينِ وَلِيُنذِرُواْ قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُواْ إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ
“Mü’minlerin hepsinin topyekûn savaşa çıkmaları uygun değildir. O hâlde, onların büyük cemâat ve kabîlelerinden bir táife savaşa gitmeli, bir táife de dîn ve şerîat ilimlerini iyice öğrenip fıkıh sáhibi olmaları ve kavimleri savaştan dönüp kendilerine (memleketlerine) döndükleri zamân, onları Elláh’ın azâbıyla korkutmaları için gitmeyip kalmalıdırlar. Olur ki, bu súretle mü’minler şerîata muhálif hareketlerden kaçınırlar.”[12]
“İşte, bu âyet delâlet ediyor ki, kendisiyle insânların inzâr edilip korkutulmasını netîce veren ilme fıkıh denilir.”[13]
“İkinci lafız: İlimdir. Bu lafız, asr-ı saádette Elláh’ı ve O’nun âyetlerini bilmek ve Elláh’ın kullarında ve mahlûkátında tecellî eden fiillerini bilmek ma‘nâsına ıtlâk edilirdi. Hattâ, Hazret-i Ömer (ra) vefât ettiği zamân, İbn-i Mes‘úd (ra), ‘İlmin onda dokuzu öldü’ demişti. Hem bunu derken, ilim kelimesini harf-i ta‘rîf ile ma‘rifeli söyleyip, sonra bu kelimeyi ilm-i billâh, ya‘nî Elláhu Teálâ’yı bilmek ma‘nâsında tefsîr etmişti.”[14]
Hem İmâm-ı Gazâlî şöyle demiş:
“İlmin fazíletleri hakkında vârid olan haberlerin ekserîsi, Elláhu Teálâ’yı ve O’nun ahkâmını, fiillerini ve sıfatlarını bilmek hakkındadır. Fakat, bu ilim kelimesi şu ânda, hılâfî mes’elelerdeki cedeller háricinde şer‘í ilimlerden hîç bir şey bilmeyen kimselere de ıtlâk edilmektedir. O kimseler, tefsîr, hadîs ve ilm-i mezheb gibi ilimlerde câhil oldukları hâlde, fuhûl-i ulemâdan addedilmektedirler. Bu hâl ise; ilmi taleb eden pek çok kimsenin helâkine sebeb olmuştur.”[15]
İmâm-ı Gazâlî yine aynı eserinde şunları beyân etmektedir:
“Ebûbekir Sıddîk (ra)’ın bütün insânlardan üstün olması, çok oruç tutmak, çok namâz kılmak, çok hadîs rivâyet etmek, çok fetvâ vermek veyâ kelâm ilminin çok olmasından değil; belki Seyyidü’l-Mürselîn (asm)’ın şehâdet ettiği gibi onun sadrında yerleşen bir sırdan dolayıdır. İşte, senin talebde hırsın bu sırra olsun. Bu sırrı tahsíl etmekte hırs göster. Cevher-i nefis ve dürr-i meknûn bu sırdır.”[16]
“Hazret-i Ömer vefât ettiği zamân İbn-i Mes‘úd şöyle buyurdu: ‘İlmin onda dokuzu öldü.’ Bunun üzerine İbn-i Mes‘úd’a şöyle soruldu: ‘Sahâbe-i Kirâmın büyükleri hayâtta iken, sen bu sözü nasıl söylersin?’ O şöyle cevâb verdi: ‘Ben fetvâ ve ahkâm ilmini kasd etmedim. Benim murâdım, ilm-i billâh’tır, ya‘nî Elláh’ı bilmektir.’ ”[17]
İşte, Hüccetü’l-İslâm İmâm-ı Gazâlî’nin söylediği gibi, bütün ulemâ-yı İslâm ittifâk etmişlerdir ki; ilimlerin en fazíletlisi, Risâle-i Nûr’un mesleği olan ve “fıkh-ı ekber” diye tesmiye edilen îmân ilmidir. Bu husúsu Kur’ân-ı Hakîm pek çok âyetlerde beyân etmiştir. Ezcümle, şu âyet-i kerîme de bu husústa en açık bir delîldir:
اَلَمْ تَرَ اَنَّ الله اَنْزَلَ مِنَ السَّمَآءِ مَآءً فَاَخْرَجْنَا بِه ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفًااَلْوَانُهَا وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ بيضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهَاوَغَرَابيبُ سُودٌ وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَآبّ وَاْلاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذلِكَ اِنَّمَا يَخْشَى الله مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَآؤُا اِنَّ الله عَزيزٌ غَفُورٌ
“Habîbim! Sen görmedin mi? Elláhu Teálâ, semâdan yağmur sularını inzâl etti. Binâenaleyh; biz o su sebebiyle renkleri muhtelif meyveler çıkardık. Dağlarda da beyâz, kırmızı ve siyâh, muhtelif renklerde yollar vardır. İnsânlardan ve mutlaka yerde yürüyen hayvânâttan, hayvânât içinde insânlarla ülfet eden deve, koyun, sığır gibi hayvânât-ı ehliyyeden de meyveler ve dağlar gibi renkleri başka başka nev‘ler, cinsler, sınıflar ve efrâd halk ettik ki, hîç birisi diğerine benzemediği gibi; ahlâk, meşreb ve yaşayış tarzları dahi başka başkadır. Bunların cümlesi, kudretimize ve fâil-i muhtár olduğumuza delâlet eder.
“Elláh’ın kulları içinde Elláh’dan korkanlar ancak, bu zikredilen delîllere nazar edip, bu delîller vâsıtasıyla, her şeyde tasarruf eden Elláhu Teálâ’nın vahdâniyyetini ve O’nun esmâ ve sıfâtını bilen ve O’nun azamet ve kibriyâsını ve kahr u gazabını lâyıkıyla derk eden álimlerdir. Zîrâ; Elláhu Teálâ mülkünde gálib ve istediği kimsenin kusúrunu mağfiret eder, isterse kusúr sáhibine azâb eder.”[18]
İşte, şu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, san‘atının bir kısım eserlerini nazara gösterip, onlarla vahdâniyyetini, irâde ve kudretini, hikmet ve rahmetini isbât ettikten sonra, “Elláh’dan ancak álim olan kulları korkar” buyurmakla gösteriyor ki, “ilim”, Kur’ân’ın nazarında “Elláh’ı ve O’nun esmâ ve sıfatını hakkıyla bilmek”tir. Elláhu Teálâ’yı Kur’ân’ın tavsíf ettiği gibi bütün esmâ ve sıfâtıyla bilmeyen kişi, ne kadar ma‘lûmât sáhibi olsa da álim sayılmaz. Belki, cehâlet unvânı ona daha lâyıktır.
Hem yine bu âyet gösteriyor ki, ilim, insânın Elláh’dan korkmasını artıran şeydir. Hangi ilim ki insânın haşyetini artırmıyorsa ve Elláh’ın azametini bilmeyi ziyâdeleştirmiyor ve O’nun emir ve yasaklarına riáyeti artırmıyorsa; o bilgi ilim değil, cehâlettir. İnsânı Elláh’a yaklaştırmayan her bilgi, onu Elláh’dan uzaklaştırır. Elláh Resûlü’nün, fâidesiz ilimden Elláh’a sığınması, bunu isbât etmektedir. Fâide veren ilim, bu âyetin delâletiyle, insâna Elláh’ın azamet ve kibriyâsını bildirip Elláh’dan korkmayı artıran ve O’nun emir ve yasaklarına itáati ziyâde eden ilimdir. Eğer bir ilim bu fâideyi vermiyorsa, o hâlde mutlaka zararlıdır. Evet, ba‘zı şeyler vardır ki, fâidesi yoksa da zararı da yoktur. Fakat, ilim öyle değildir. Fâidesi yoksa, illâ ki zararı vardır. İlmin fâidesi ise, zikrettiğimiz gibi, insânın Elláh’dan korkmasını ve O’nun emir ve yasaklarına itáatini artırmasıdır. Eğer ilim bu fâideyi vermiyorsa, mutlaka zararlıdır. İşte, Resûl-i Ekrem (asm)’ın fâidesiz ilimden Elláh’a sığınması, buna işâret etmektedir.
Hem insân, Elláh’dan gayrı eşyâda, bilmediği şeyden korkar. Fakat, bu âyet gösteriyor ki; insân, Elláh’ı bildiği derecede O’ndan korkar. Elláh’ı tanımayan insân, O’ndan korkmaz ve O’na itáat etmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bi-zâtihî ve bi-hakkın azamet ve kibriyâ sáhibidir. Fakat, mahlûkát, hakíkat noktasında azamet ve kibriyâ sáhibi değildirler. Belki, sun’í ve yalancı tavırlarla kendilerinde bir azamet ve kemâlât varmış gibi gösterirler. Onları tanımayan ve hakíkí mâhiyyetini bilmeyen gáfil insânlar da, záhire bakarak, onlarda bir azamet var olduğunu tevehhüm ederler. Ne zamân onları tanısa ve hakíkí mâhiyyetlerini derk etse, onların da kendisi gibi áciz ve muhtâc birer mahlûk olduklarını anlar ve onlardan korkusu zâil olur. Fakat, Cenâb-ı Hak, bi-hakkın azamet ve kibriyâ sáhibi olduğu için, O’nu tanıdıkça haşyeti artmaya başlar.
İşte, şu âyet-i kerîme, daha bunlar gibi pek çok hakíkati ders vermekte ve insânları kâinâttaki eserlere bakıp, arkasında tecellî eden ef‘ál, esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyeyi görmeyi, ve vahdâniyyet dâiresinde Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve kibriyâsını bilip, O’ndan korkup, emir ve yasaklarına itáat etmeyi emretmektedir. Risâle-i Nûr da bu meslekte gidip mahlûkáttaki tefekkür netîcesinde Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfatlarını isbât etmiş ve şu ilm-i hakíkatte müsbet kelâm ve tasavvufun pek fevkınde Kur’ânî bir yolu göstermiştir. Şu yol, aslâ Üstâd Bedîuzzamân’ın fikrinden ve karîhasından çıkmış felsefî bir yol değil, belki Kur’ân-ı Hakîm’in âyetlerinin gösterdiği bir cadde-i kübrâdır. Üstâd Hazretleri bu hakíkati, Muhyiddîn-i Arabî’nin Fahreddin Râzî’ye yazdığı bir mektûbda dediği, “Elláh’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır” sözünün ma‘nâsını anlatırken ifâde etmiş ve Risâle-i Nûr’un Kur’ân’dan alarak gösterdiği meslekte elde edilen ma‘rifetin, müsbet ilm-i kelâm ve tasavvuf vâsıtasıyla elde edilen ma‘rifetten çok daha yüksek olduğunu ve daha kısa bir zamânda tahsíl edildiğini şu sözleriyle beyân etmiştir:
“Hem, Muhyiddîn-i Arabî’nin nazarına Fahreddin Râzî’nin ilm-i kelâm vâsıtasıyla aldığı ma‘rifetulláh ne kadar noksán görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan ma‘rifet dahi, Kur’ân-ı Hakîm’den doğrudan doğruya, verâset-i nübüvvet sırrıyla alınan ma‘rifete nisbeten o kadar noksándır. Çünkü, Muhyiddîn-i Arabî mesleği, huzúr-i dâimîyi kazanmak için ‘Lâ mevcûde illâ Hû’ deyip, kâinâtın vücûdunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sâirleri ise, yine huzúr-i dâimîyi kazanmak için, ‘Lâ meşhûde illâ Hû’ deyip kâinâtı nisyân-ı mutlak altına almak gibi acîb bir tarza girmişler.
“Kur’ân-ı Hakîm’den alınan ma‘rifet ise, huzúr-i dâimîyi vermekle berâber, ne kâinâtı mahkûm-i adem eder, ne de nisyân-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak nâmına istihdâm eder; herşey mir’ât-ı ma‘rifet olur. Sa‘dî-i Şîrâzî’nin dediği gibi,
دَرْ نَظَرِ هُو شِيَارْهَرْ وَرَقِى دَفْتَرِيسْت اَزْ مَعْرِفَتِ كِرْدِ َكارْ her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın ma‘rifetine bir pencere açar.
“Ba‘zı ‘Sözler’de ulemâ-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’ân’dan alınan minhâc-ı hakíkínin farkları hakkında şöyle bir temsîl söylemişiz ki:
“Meselâ, bir su getirmek için, ba‘zıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat, her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz her bir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de:
“Ulemâ-i ilm-i kelâm, esbâbı, nihâyet-i álemde teselsül ve devrin muháliyyetiyle kesip, sonra Vâcibü’l-Vücûd’un vücûdunu onunla isbât ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Ammâ, Kur’ân-ı Hakîm’in minhâc-ı hakíkísi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer asá-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayât fışkırtıyor.
وَ فى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ ايَةٌ تَدُلُّ عَلى اَنَّهُ وَاحِدٌ düstûrunu herşeye okutturuyor.
“Hem îmân yalnız ilim ile değil; îmânda çok letáifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mi‘deye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir súrette inkısâm edip tevzî‘ olunuyor. İlimle gelen mesâil-i îmâniyye dahi, akıl mi‘desine girdikten sonra, derecâta göre rûh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letáif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksándır. İşte, Muhyiddîn-i Arabî, Fahreddin Râzî’ye bu noktayı ihtár ediyor.”[19]
Evet, Risâle-i Nûr’un gösterdiği cadde-i Kur’âniyye, müsbet ilm-i kelâm ve ilm-i tasavvufun pek fevkınde bir ma‘rifet ve huzúr verdiği gibi, şu cadde-i Kur’âniyye onlardan çok daha kısadır. Üstâd Hazretleri bunu şu sözleriyle ifâde etmiştir:
“Eski Saíd’in, on beş yaşında iken medrese usûlünce on beş senede okunan ilmi on beş haftada okumaya inâyet-i İlâhiyye ile muvaffak olması gibi, rahmet-i Rabbâniyye ile, Risâle-i Nûr dahi, ilm-i hakíkatte ve îmâniyyede on beş seneye mukábil, bu medresesiz zamânda on beş hafta kâfî geldiğini, bu on beş senede belki on beş bin adam kendi tecrübeleriyle tasdîk ediyorlar.”[20]
“Kat‘í ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkíkí yapmanın en kısa ve en kolay yolu, Risâletü’n-Nûr’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risâletü’n-Nûr o yolu kestirir, îmân-ı hakíkíye îsâl eder.”[21]
“Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr u sülûk ile ba‘zı hakáik-ı îmâniyyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakíkada o hakáika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâ-kayd kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç âdet ‘Sözler’, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.”[22]
Üstâd Hazretlerinin ifâde ettiği gibi, medreselerde on beş senede okunan álet ilimlerinin netîcesinde ulaşılan álî ilimlere, ya‘nî îmânî ilimlere, Risâle-i Nûr’un gösterdiği Kur’ânî yol ile on beş haftada ulaşmak mümkündür. Hem tasavvufta kırk günden tâ kırk seneye kadar bir seyr u sülûk ile çıkılabilen hakáik-ı îmâniyyeye kırk dakíkada Risâle-i Nûr’daki cadde-i Kur’âniyye ile çıkmak mümkündür. Fakat, burada dikkatten çıkarılmaması gereken iki husús vardır:
Birincisi: Daha evvel de beyân ettiğimiz gibi, Risâle-i Nûr’un verdiği ilim, âlet ilimlerinin netîcesi olan ve müsbet kelâm ve tasavvuf ilimlerinin gáyesi olan ilm-i hakíkattır. Ya‘nî, îmânî hakíkatleri vuzúh ve yakín ile bilmek demektir. Yoksa, Risâle-i Nûr, bütün şer‘í ilimleri ve álet ilimlerini de ders veriyor demek değildir. Veyâhúd -hâşâ- “Risâle-i Nûr’u okuyan kişinin diğer ilimleri tahsíl etmesine gerek yoktur” ma‘nâsında da değildir. Belki, Risâle-i Nûr, müsbet ilm-i kelâm ve ilm-i tasavvufun mevzúu ve álet ilimlerinin de gáye-i maksadı olan hakáik-ı îmâniyyenin isbâtı ve böylelikle yakín mertebesine ve huzúr makámına ulaşmak husúsunda çok daha kısa ve yüksek bir yol gösteriyor, demektir. Şu hakíkat, “Üçüncü Kitâb” bölümünde, Üstâd Hazretlerinin, “Risâle-i Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfîdir” sözünün şerhinde geniş bir súrette delîlleriyle îzáh edilmiştir. Oraya mürâcaat edilsin.
İkincisi: Risâle-i Nûr’da gösterilen şu yol, Kur’ânî bir yoldur ve Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın bir ma‘nevî tefsîridir. Binâenaleyh, Kur’ân’ı ve hadîsi bilmeyen ve okumayan kişilerin şu ilm-i hakíkate ulaşması mümkün olmadığı gibi, tahsíl ettiği ilmin de ilm-i şer‘í olması mümkün değildir.
İşte, buraya kadar yaptığımız tahkíkátın netîcesi şudur ki; şer‘í ilimler, Kur’ân ve hadîsden ibârettir. Kur’ân ve hadîsin ma‘nâ ve esrârını gösteren fıkıh, müsbet kelâm ve tasavvuf da bu cihetten birer şer‘í ilim sayılırlar. Risâle-i Nûr dahi Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’ın bir tefsîr-i ma‘nevîsi olmak cihetiyle, ondaki ilm-i hakíkat ve îmân ilmi de şer‘í bir ilimdir. Buna binâen, Kur’ân ve hadîsi bilen ve Risâle-i Nûr’u da Kur’ân ve hadîsin ma‘nâsını anlamak için okuyan ve okuduğunu da anlayan ve kabûl eden bir kişi, onun vâsıtasıyla ilm-i hakíkat denilen ilimlerin en şereflisine ulaşabilir ve hakíkatli bir álim olabilir ve âyât ve ehâdîs-i Nebeviyyede vârid olan ilmin fazíletlerine sáhib olabilir. Evet, İmâm-ı Gazâlî’nin yukarıdaki ifâdesinde de dediği gibi: “İlmin fazíletleri hakkında vârid olan haberlerin ekserîsi Elláhu Teálâ’yı ve O’nun ahkâmını, fiillerini ve sıfatlarını bilmek hakkındadır.”[23] İşte, Üstâd Hazretleri bu sırra binâen “Yirmi Birinci Lem‘a”da, “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan, bu zamânın mühim, hakíkatli bir álimi olabilir” demiştir.
Şu tahkíkáttan sonra, Üstâd Hazretlerinin, “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan, bu zamânın mühim, hakíkatli bir álimi olabilir” sözünü tahlîl edebiliriz.
Evet, Üstâd Hazretlerinin dediği, ayn-ı hak ve mahz-ı hakíkattır. Fakat, dikkat edilirse, bu cümlede dokuz tâne kaydın var olduğu görülecektir. Bu kayıdlardan aslâ sarf-ı nazar edilmemelidir.
Birincisi: Burada en ehemmiyyetli kayıd, yukarıdaki tahkíkátta da îzáh ettiğimiz üzere, Risâle-i Nûr’u okuyan kişinin tahsíl ettiği ilmin kudsiyyet kazanması ve bir ilm-i şer‘í olabilmesi için, Kur’ân ve hadîsi kâfî mikdârda bilmesi lâzımdır. Tâ ki, Risâle-i Nûr’da anlatılan hakíkatlerin Kur’ân ve hadîsin hakíkatleri olduğunu anlayıp, o hakíkatleri Kur’ân ve hadîsin içinde görebilsin. Hem Risâle-i Nûr’u okurken bu niyyetle, ya‘nî Kur’ân ve hadîsin ma‘nâlarını anlamak niyyetiyle okuması lâzımdır.
İkincisi: “Bir sene” kaydıdır. Demek, Risâle-i Nûr’u okuyan kişinin ilm-i hakíkate ulaşıp álim-i şer‘í olabilmesi için, bu eserleri bir sene devâmlı súrette okuması lâzımdır. Ya‘nî, bir sene hayâtını bu ilmi tahsíle vakfetmesi ve gáye-i hayât edinmesi lâzımdır. Yoksa, günde bir veyâ iki saat okumakla Risâle-i Nûr’daki ilm-i hakíkate ulaşamaz.
Hem bu bir sene müddeti de okuyucunun kábiliyyeti şartıyla mukayyeddir. Bu müddet kimine daha az, kimine ise daha fazla olabilir. Üstâd Hazretleri burada vasat kısmını tercîh etmiştir.
Üçüncüsü: “Anlayarak” kaydıdır. Ya‘nî, ulûm-i záhiriyye ve bâtıniyyeyi elde edip, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat inancı dâhılinde murâd-ı Üstâdâneye muvâfık olarak Risâle-i Nûr’u anlamaktır.
Demek, Risâle-i Nûr’u okuyan kişinin ilm-i hakíkate ulaşıp álim-i şer‘í olabilmesi için, bu eserleri bir sene devâmlı súrette okumakla berâber, anlayarak okuması lâzımdır. Risâle-i Nûr’u gazete gibi okuyan, hakíkatli bir álim olamaz. Bu sırra binâen, Bedîuzzamân Hazretleri, “Gazete gibi okumayınız”[24]emir buyurmuştur.
Hem Risâle-i Nûr’u anlamak için, aklen ve kalben tekemmül etmekle berâber, başta Kur’ân ve Hadîs olmak üzere Tefsîr, Usûl-i Fıkıh, Usûl-i Kelâm, Tasavvuf, Arabca, Bedî‘, Beyân, Meánî, Belâğat, Mantık ve Münâzara gibi pek çok ulûm-i dîniyyeyi kâfî mikdârda bilmek lâzımdır. Eğer bu ilimleri kâfî mikdârda bilmez ise, Risâle-i Nûr’u da hakkıyla anlayamaz. Zîrâ, Risâle-i Nûr’daki cümleler, Kur’ân, Hadîs, Tefsîr, Usûl-i Fıkıh, Usûl-i Kelâm, Tasavvuf, Arabca, Bedî‘, Beyân, Meánî, Belâğat, Mantık ve Münâzara gibi ilimlere göre tanzím edilmiştir. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, Risâle-i Nûr eserlerini yazdığı sırada doksan cild kitâbı ezbere biliyordu. Risâle-i Nûr eserlerini, hâfızasında bulunan o ilimlerin usûl ve esâslarına göre kaleme almıştır. Dolayısıyla, o ilimler kâfî mikdârda bilinmeden, Üstâd Hazretlerinin o cümlelerden murâdı ne olduğu tam anlaşılamaz.
Bu mes’ele “Üçüncü Kitâb” bölümünde tafsílâtıyla îzáh edilmiştir. Oraya mürâcaat edilsin.
Dördüncüsü: “Kabûl ederek” kaydıdır. Ya‘nî, Risâle-i Nûr’u, Kur’ân’ın tefsîri niyyetiyle istifâde etmek için okumak; hakíkatlerine teslîm olmak ve tenkíd nazarıyla bakmamaktır.
Demek, Risâle-i Nûr’u okuyan kişinin ilm-i hakíkate ulaşıp álim-i şer‘í olabilmesi için, bu eserleri bir sene devâmlı súrette anlayarak okumakla berâber, kabûl etmesi de lâzımdır. Ya‘nî, bî-tarafâne değil, teslîmiyyetle okuyacak ve Risâle-i Nûr’da anlatılan o Kur’ânî hakíkatleri aynen kabûl edip, öylece îmân edecektir. Yoksa, o bilgiler, sâdece birer ma‘lûmât olarak zihinde kalır ve ilim olmazlar. Ya‘nî, o îmânî hakíkatleri, “Üstâd böyle diyor” diye tekrâr etmeyecek, belki Üstâd’ın gördüğü ve hissettiği o esrâr ve hakáikı, aynen kendisi de görüp hissedecek ve, “Evet, bu böyledir, ben dahi tasdîk ediyorum” diyerek kabûl edecek. Hacı Hulûsí Bey, Hoca Sabri ve Mehmed Feyzi gibi; ya‘nî Üstâd Hazretleri, o derslerde hangi makámâta çıkmışsa o da aynı makámâta çıkıp, o hakíkatleri görüp zevk edecek ve Üstâd’ın talebeliğin şartları içinde zikrettiği gibi, Risâle-i Nûr’u kendi te’lîfi gibi hissedecek. Aksi hâlde, talebe değil, dost veyâ kardeş olur.
Ma‘lûmdur ki, ayağın bastığı yer ile gözün gördüğü yer farklıdır. İnsân yerde olduğu hâlde semâyı görebilir. Fakat, ba‘zan semâyı seyreden adam, ayağı yerde olduğu hâlde, makámını unutup kendisinin de semâda olduğunu zanneder. Aynen öyle de, Üstâd gibi evliyâ-i izámın bulundukları makámda zevk ettikleri hakíkatleri aşağıdan seyreden ve ifâde ettikleri cümlelerin edebiyâtını anlayan ma‘lûmât sáhibleri, kendilerini de o makámda zannedebilirler. Eyne’s-serâ mine’s-Süreyyâ!
Beşincisi: “Bu zamânın” kaydıdır. Ya‘nî, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle hakáik-ı îmâniyyeye taarruz edildiği böyle bir zamânda en ziyâde lâzım olan şey, hakáik-ı îmâniyyeye dâir ilimleri, ya‘nî ilm-i hakíkati tahsíl edip, fen ve felsefeden gelen dalâletlere karşı kendi îmânını ve mü’minlerin îmânını muhâfaza etmektir. Risâle-i Nûr ise, müsbet ilm-i kelâm ve ilm-i tasavvufta bir tecdîd yaparak, onlardan çok daha kısa bir zamânda şu ilm-i hakíkate ulaştırdığı için, Risâle-i Nûr’u şartlarına riáyetle kabûl ederek ve anlayarak okuyan bir kişi, şu ilm-i hakíkate ulaşmakla bu zamânın mühim ve hakíkatli bir álimi olabilir.
Altıncısı: “Mühim” kaydıdır. Çünkü, bu asırda en büyük tehlike, felsefeden geldiği için, onu çürütmek en mühim bir mes’eledir.
Yedincisi: “Hakíkatli” kaydıdır. Demek, Risâle-i Nûr’u kabûl ederek ve anlayarak bir sene devâmlı okuyan kişi her ilimde değil; belki Risâle-i Nûr’un mevzúu olan ve hakíkí ilim sayılan ilm-i hakíkatte, hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeyi isbât ve keşfetmek noktasında bir álim olabilir. Çünkü, Kur’ân ve hadîse göre asıl gáye-i maksad olan álî ilim, hakíkat ilmi, ya‘nî îmânî ilimdir. Onun için Üstâd Hazretleri “hakíkatli bir álimi olabilir” demiştir. Yoksa, bütün şer‘í ilimlerde ve álet ilimlerinde bir álim olabilir demek istemiyor. Elbette, Risâle-i Nûr’un mevzúu olmayan diğer pek çok şer‘í ilimlerin tahsíli için, o mevzú‘lara dâir eserlerin okunup ulemâdan ders alınması gerekir. Bu husúsun îzáhı “Üçüncü Kitâb” bölümünde, Üstâd’ın, “Risâle-i Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfîdir” sözünün şerhinde tafsílâtıyla mevcûddur. Bu mes’elenin îzáhı için oraya mürâcaat edilsin.
Sekizincisi: “Olabilir” kaydıdır. Bu kayıd ifâde ediyor ki, Risâle-i Nûr’u bu şartlar muvâcehesinde okuyan bir talebenin álim olması, bir kaziye-i mümkinedir. Ya‘nî, Risâle-i Nûr’da böyle bir hâsiyyet ve meziyyet vardır. Kabûl ederek ve anlayarak bir sene onu okuyan her bir okuyucunun, tevfîk-i İlâhî ile ilm-i hakíkate ulaşabilmesi mümkün olmakla berâber, ancak bu, her bir okuyucu için vâkı‘ değildir. Ba‘zı ferdler bu netîceye ulaşsalar, kaziye doğrudur. Elhâk, bu netîceyi elde eden ve Risâle-i Nûr ile ilm-i hakíkate ulaşan Hacı Hulûsí Bey, Hoca Sabri ve Mehmed Feyzi gibi pek çok şâkirdler mevcûddur. O hâlde, her ferd, o ilm-i hakíkate ulaşan ferd olmak ümîdiyle çalışmalı ve bunu inâyet-i İlâhiyye’den taleb etmelidir.
Dokuzuncusu: Bir sonraki cümlede geçen, “Eğer anlamasa da, mâdem Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bir şahs-ı ma‘nevîsi var; şübhesiz o şahs-ı ma‘nevî bu zamânın bir álimidir” kaydıdır. Bedîuzzamân Hazretleri, bu cümlesiyle kendisini kasdetmektedir. Ya‘nî, “Ben, bu zamânın büyük bir álimi iken, siz de bana talebe olmanız hasebiyle o şahs-ı ma‘nevînin birer a‘záları hükmündesiniz” demek istiyor.
Bu dokuz kayda binâen, Üstâd’ın, “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan, bu zamânın mühim, hakíkatli bir álimi olabilir” sözünün ma‘nâsını şöylece hulâsa edebiliriz:
Kur’ân ve Hadîsi kâfî mikdârda bilen ve Risâle-i Nûr’u Kur’ân ve Hadîsi anlamak niyyetiyle okuyan ve Risâle-i Nûr’u anlamak için lâzım olan diğer ilimleri de kâfî mikdârda bilen müdakkik ve kábiliyyetli bir okuyucu, Risâle-i Nûr’u anlayarak ve kabûl ederek ve ondaki ma‘nâ ve esrârı aynen zevk edip hissederek, bir sene devâmlı bir súrette kendisini bu ilme vakfederse; hakáik-ı îmâniyyeye ve esâsât-ı İslâmiyyeye hücûm edildiği ve felsefe-i tabiıyyenin bütün dünyâya hâkim olduğu şu zamânda en ziyâde tahsíli lâzım olan ilm-i hakíkate, hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeyi isbât ve keşfetmeye, eğer tevfîk-ı İlâhî refîk olursa ulaşabilir.
Kaynak: Reddü'l-Evhâm (1-5), s. 597-616
[1] Gazâlî, İhyâü Ulûmi’d-Dîn, c. 1, s. 6; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, c. 6, s. 466; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. 2, s. 561; Süyûtí, Câmiu’s-Sağír, no: 10026.
[2] İbn-i Adiyy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, c. 2, s. 739; El-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, c. 1, s. 41; Taberânî, el-Mecmau’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddîn, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, c. 1, s. 100; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. 7, s. 282.
[3] Minhâc, Kitâbü’l-Vesáyâ.
[4] Muğni’l-Muhtâc, Kitâbü’l-Vesáyâ, c. 4, s. 99.
[5] Muğni’l Muhtâc, Kitâbü’l-Vesáyâ, c. 4, s. 101.
[6] Muğni’l Muhtâc, Kitâbü’l-Vesáyâ, c. 4, s. 101.
[7] Şuá‘lar, 1. Şuá‘, 2. Suâl, 24. âyet-i kerîme, s. 710.
[8] Şuá‘lar, 1. Şuá‘, 2. Suâl, 24. âyet-i kerîme, s. 710.
[9] Mîzânü’l-Kübrâ, Yirmi Beşinci Fasıl.
[10] Sünûhât, Kur’ân’ın Hâkimiyyet-i Mutlakası, s. 31.
[11] Sünûhât, Kur’ân’ın Hâkimiyyet-i Mutlakası, s. 32.
[12] Tevbe Sûresi, 9:122.
[13] İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Kitâbü’l-İlim, s. 54.
[14] İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Kitâbü’l-İlim, s. 55.
[15] İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Kitâbü’l-İlim, s. 55.
[16] İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Kitâbü’l-İlim, s. 45.
[17] İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Kitâbü’l-İlim, s. 45.
[18] Fâtır Sûresi, 35:27-28.
[19] Mektûbât, 26. Mektûb, 4. Mebhas, 2. Mes’ele, s. 331.
[20] Şuá‘lar, 14. Şuá‘, s. 538.
[21] Kastamonu Lâhikası, s. 77.
[22] Mektûbât, 5. Mektûb, s. 23.
[23] İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Kitâbü’l-İlim, s. 55.
[24] Mektûbât, 12. Mektûb, s. 42.