MAKALE DETAY
Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî Hocamızın özgeçmişi
Muhammed Doğan, Muş'un Varto kazasının Kers köyünde, 1944’ün Ağustos ayında dünyaya gelmiştir. (Kimlikteki doğum tarihi 16.12.1951'dir.) Molla Muhammed'in babası Molla Resul'ün iki hanımı olup, bunlardan yedi çocuk dünyaya gelir. Bunların dördü erkek, üçü kızdır. Erkeklerin isimleri: Muhammed, Ahmed, Emin, Celâl'dir. Molla Muhammed, Ahmed ve iki kız kardeşi bir anneden; öteki kardeşleri ise, diğer anneden dünyaya gelmişlerdir. İki kız kardeşi vefat etmiş, diğer kardeşleri ise hayattadır.
Molla Muhammed'in ilmî tahsîli
Molla Muhammed, babası Varto'nun Darebi Köyü'nde imamlık yaparken, Molla Ömer denilen bir talebesinin yanında Kur'an'ı öğrenir. Yedi yaşındayken Kur'an'ı hatmeder. Yedi yaşından on yaşına kadar babasının yanında Molla Halil-i Siirdî'nin Nehcü'l-Enam ve Ahmed-i Hânî'nin Nûbehar adlı Kürtçe kitaplarını ve Şafiî fıkhına ait Gayetü'l-İhtisar adlı kitabı okur. Fakat o zaman çok küçük olduğu için bu kitabı ezberleyememiş; ancak daha önce ismi geçen iki Kürtçe kitabı ezberlemiştir. Arapça Sarf kitaplarından İzzî, Avamil, Terkib'e kadar olan sıra kitablarını babasının yanında okur. Molla Muhammed, dokuz buçuk-on yaşında ilmi tahsil etmek için evinden ayrılır. On yaşından yirmi üç veya yirmi dört yaşına kadar ilim tahsiliyle meşgul olur. Medrese ilmini, yaklaşık olarak on beş senede tahsil etmiştir. İlim tahsili yaparken, herhangi bir hocanın yanında devamlı kalmamıştır. Bir yerde en fazla üç-dört ay kaldıktan sonra kader-i İlâhînin sevkiyle oradan ayrılıyordu. Bu sebeble muhtelif hocaların yanında ilmini tahsil etmiştir. Arapça tahsilinden sonra bazı köylerde tedrisat vazifesi yapmıştır. Daha sonra Hınıs'ın bir köyünde ve Hınıs'ın Sarlı denilen bir mahallesinde, ardından Varto'nun Yılanlı köyünde bu tedrîsat vazifesine devam etmiştir. Bu arada pek çok ulema yetiştirmiştir. Yılanlı köyünden sonra Rındalye denilen Varto'nun bir köyünde tedrisat yapar. Bu köyde imamlık vazifesi yapan bir kısım meşayih evlâtlarına ders vermiş, tedrîsat karşılığında hiçbir maddî karşılık beklememiş, bunu sadece Ellah rızası için yapmıştır.
Molla Muhammed'in imamlık vazifesi
Molla Muhammed, 1973 yılında Muş Merkez İstasyon Camii'nde resmî olarak imam-hatiblik vazifesine başlamış, 1998 yılında emekli oluncaya kadar aynı camide vazifesine devam etmiştir.
Molla Muhammed'in evliliği ve çocukları
Muhammed, 1973 yılında evlenir. Bu evlilikten 1 kız ve 4 erkek çocuğu dünyaya gelir. Erkek çocuklarının isimleri: Yusuf Fatih, Resul, Hulûsî ve Mustafa'dır. Erkek çocuklarının hepsi üniversite mezunu olup ticaretle uğraşmaktadırlar.
Molla Muhammed'in Risale-i Nur ile tanışması
Üstüd Bediüzzaman Said Nursî’nin vefat senesi olan 1960’tan altı ay önce, Molla Muhammed, küçük yaşlarda talebe iken, bazı hocaların Üstad Bediüzzaman Said Nursî (ra) Hazretleri'nden sitayişle bahsetmeleri ve bu Zât'ın eserlerinden harika cümleleri nakletmeleri, Molla Muhammed'in ruhunda büyük bir te'sir yapar. Bundan sonra Bediüzzaman Hazretlerinin Asây-ı Musa adlı eserini görür. 1963 yılında Risale-i Nur'u biraz okur, fakat az istifade eder. 1964'den 1965'in sonuna kadar faal ve hummalı bir şekilde Risale-i Nur'u okumaya devam eder. O zaman hem talebelik yapar, hem Risale-i Nur'u okur, hem de talebelerine ders verir. O dönemde Risale-i Nur'un bütün eserlerini müdakkikane ve mütefekkirane okumuş ve çok yerlerini ezberlemiştir.
Molla Muhammed, "Kavl-i Ahmed" denilen kitabı okurken hastalık sebebiyle trenle Diyarbakır'a gelir. Ramazan-ı Şerif ayına tekabül eden o seyahatinde Üstad'ın talebelerinden Mehmet Kayalar ile beş-on dakika görüşür. Bir gece Diyarbakır'da kalır. Üstad Hazretleri'nin Muhakemât ve Âsâr-ı Bedîiyye adlı eserlerini bir dükkândan tavsiye üzerine alır. O gece uykusunu da harab ederek bu kitabları okumaya başlar. Hatta tren ile Arapkent'e dönerken yolda bile bu eserleri okur. Böylece yaklaşık yirmi dört saatlik bir zaman zarfında Muhakemat ve Âsâr-ı Bedîiyye adlı eserleri okuyarak bitirir.
Molla Muhammed, Risale-i Nur'u hem okuyor, hem de ders veriyordu. O zaman camia içinde Risale-i Nur mesleğine muhalif bazı efkâr hâkimdi. Bazı yanlış efkârdan dolayı o dönemde Risale-i Nur'u anlamak hususunda zorluk çekmiştir. Zira Risale-i Nur'un beyan ettiği hakaik ve düsturlarla Risale-i Nur namına ortaya çıkan bazı eşhasın efkâr ve harekât ve hizmet düsturları birbirinden farklı idi.
Nur'un ilk talebesi olan Hacı Hulûsî Bey ile tanışması
Molla Muhammed, Hacı Hulûsî Bey'in (Hulûsî Yahyagil) ismini ve yüksek evsafını Risale-i Nur'da gördüğü için O Zât'ı görmek arzu eder. 1967 yılında Elazığ'a hacıları karşılamaya gider, hacılar gecikir. Hacıları beklerken, Hacı Hulûsî Bey'i ziyaret etmek ister. Nerede bulabileceğini sorar. Kendisine Yeni Camii tarif ederler, orada bulamaz. Evini tarif ederler. Hacı Hulûsî Bey'in evine gider. Akşam-yatsı arası kapıyı çalar. Bir hanım kız çıkar, ne istediğini sorar. O da, Hacı Hulûsî Bey'le görüşmek istediğini söyler, haber verirler. Hacı Hulûsî Bey kapıya gelir, kapıda görüşürler. Hacı Hulûsî Bey sorar:
- Kimsin?
- Varto̕luyum.
- Ne istiyorsun?
- Sizi ziyaret etmek istedim, der. Hacı Hulûsî Bey'i ziyaret eder ve oradan ayrılır.
Bu görüşme çok kısa sürer. Zira Molla Muhammed, hacıları beklemektedir. Fakat o görüşme neticesinde müdhiş bir inkılâb geçirir, halet-i ruhiyesi ve âlemi birdenbire değişir, kafasında sualler meydana gelir, kendisinde Kur'an ve hadis okumaya karşı büyük bir iştiyak uyanır. Bir buçuk sene boyunca "Kádí Beydâvî, Celâleyn" gibi pek çok tefsiri ve pek çok hadis kitabını hem okur, hem de ders verir. 1968 yılında veya ilk görüşmeden bir buçuk sene sonra, bir ziyaret daha vuku bulur. Öğlen vaktidir, kapıyı çalar, yine o hanım kız çıkar ve:
- Ne istiyorsun? der
- Hacı Hulûsî Bey ile görüşmek istiyorum, diye cevap verir.
Hacı Hulûsî Bey kapıya çıkar ve aralarında şöyle bir muhavere geçer:
- Kimsin, nerelisin?
- Varto̕luyum.
- Beni nereden tanıyorsun?
- Risale-i Nur vasıtasıyla tanıyorum.
- Ne istiyorsun?
- Sizin bir dersinizi dinlemek istiyorum.
- Bizim dersimiz haftada iki veya üç gündür. [Molla Muhammed, dersin iki veya üç gün olduğunda tereddüd eder, tam hatırlayamıyor.] Bu gün ders günü değil. Hacı Hulûsî Bey bir müddet sükut ettikten sonra şöyle der:
- Sende bir heyecan hissediyorum, o heyecandan dolayı gel, seninle bir ders yapacağım. Sonra der:
- Bahçe kapısı tarafından gel, ben sana kapıyı açarım, içeri girersin.
Molla Muhammed kapıdan içeri girer, Hacı Hulûsî Bey, onu salonda karşılar. Misafir odası eski tahtalardan yapılmış olup, içeride oturmak için iskemleler vardır. Odanın arka tarafında kapıya yakın çok muammer bir koltuk bulunmaktadır. Kendisi o koltukta, Molla Muhammed de karşısında oturur. Ona şeker tutar, sonra da pasta türü bir şey ve bir limonata ikram eder. Daha sonra Küçük Sözler̕den hulâsa edilmiş ve hutbe halinde yazılmış “Birinci Söz” ü ders yapar.
Molla Muhammed, daha sonraları Hacı Hulûsî Bey̕in kendisine okuduğu bu sözü, Kars̕ta iken hulâsa olarak yazdığını anlar. Bu söz, ezberinde olduğu halde hulâsa edildiğinin farkına varamamıştır. Zira çok dikkatli bir şekilde hulâsa edilmiştir. Hacı Hulûsî Bey, hulâsa olarak yazdığı besmele sözünü okuduktan sonra, Molla Muhammed̕e hitaben;
- Anladın mı? diye sorar. O da cevaben:
- Anladım, der. Ardından aralarında şöyle bir muhavere geçer:
- Efendim ben hastayım.
- Ne hastası?
- Kalp hastası.
- Doktora görün!
- Ben kalp hastasıyım, bana dua edin.
- Doktora görün.
- Efendim ben maddeten hasta değilim, manen hastayım.
Bunun üzerine Hacı Hulûsî Bey, bir miktar durur ve şöyle der:
- Şimdi Peygamber Efendimiz (asm) ve Üstad, ikisi de buradadırlar.
Molla Muhammed, 1969 yılının ilkbaharında Muş̕a gelerek burada medrese açar. O medresede Risale-i Nur̕u okumaya, okutmaya başlar. Aynı yıl içerisinde, yani 1969 yılının kış mevsiminde Hacı Hulûsî Bey birkaç arkadaşıyla birlikte Muş̕a gelir. Molla Muhammed 1970 yılından itibaren sık sık Elazığ̕a giderek O Zat̕ın derslerine devam eder; sohbetlerine katılarak Risale-i Nur̕u anlamadığını anlar. Çünkü O Zat, Risale-i Nur̕u -medrese usulü gibi- kelime kelime tahlil ederek müdakkikane ve mütefekkirane ders veriyordu. Bu usul, Molla Muhammed̕in çok hoşuna gidiyordu. Meslek ve meşrebine, zevk-i ruhanisine de çok münasip geliyordu. Molla Muhammed sık sık şöyle der; “O Zat̕ı tarif etmek, mümkün değil. Yalnız şu kadarını derim ki; O Zat̕tan çok ders aldım, çok ruhanî feyzler gördüm.”
Molla Muhammed, 1970 tarihinden itibaren Hacı hulusî Bey̕le mektuplaşır. O mektuplarla Risale-i Nur̕da takıldığı yerleri sorar. Hacı Hulusî Bey̕in bu Zat̕a yazdığı mektublar, “Mektubat-ı Hulûsîyye-2” adlı eserde neşredilmiştir. Hacı Hulûsî Bey, 1970 yılında derslerinde Haşir Risalesi̕ni takip ederken, Molla Muhammed de onlardan haberi olmadan Muş̕ta, Seyfettin Büte adlı talebesiyle O Zat̕ın ruhaniyetinden istifade ederek çok müdakkikane bir şekilde Haşir Risalesi'ni -zeyilleri hariç- okumuş ve bu eseri altı ayda bitirmiştir.
Molla Muhammed diyor ki: O zaman Hacı Hulûsî Bey, bizi manen kontrol altına alıp, mahza lütf-i İlahi olarak manen talebeliğe kabul etti. Riyakârlık için demiyorum, fahr için de demiyorum, derste manevi nüfuzunu üstümde devamlı hissediyordum. Hatta kendisi bizzat bir defasında şöyle dedi: “Molla! Sabahları Muş̕a git, akşamları Elazığ̕a gel. Veyahut akşamları Muş̕ta kal, sabahları Elazığ̕a gel.” Bu mealde bir şey söylüyordu. O zamanlarda ben bu cümlenin mânâsını tam kavrayamıyordum. Fakat ruhaniyetinin tesiri altında olduğuma ve füyuzat nev̕inden Risale-i Nur̕u bize manen ders verdiğine inanmıştım.
Yine Molla Muhammed diyor ki: Bizim gibiler bin sene değil, bir milyon sene ömrümüz olsa ve mütemadiyen çalışsak, O Zat'ın bir dersinden aldığı füyûzatı, -lütf-i İlâhî müstesna- almak mümkün değildir. Çok zeki, çok müdakkik, sadece Risale-i Nur'da değil, diğer ulûm-u İslamiyede de çok muhakkik bir âlimdi. Aynı zamanda Risale-i Nur dairesinde ferdiyet makamının mazharı idi. O Zat'ın zâhidâne bir hayatı da vardı, dünyaya bulaşmamıştı. Muş'ta çok defa hocalar arasında mesail-i diniye üzerinde medar-ı münakaşa oluyordu. Hatta rü'yet-i hilâl ile alâkalı bir münakaşa olmuştu. İl Müftüsü, bu konuyu araştırmam için beni görevlendirdi. Ben de Mezahib-i Erbaa, İbn-i Abidin, Nihayetu'l-Muhtac, İbn-i Hacer'in Fetâvâ-yı Kübrası gibi muhtelif fıkıh kitablarından altmış-yetmiş sayfalık bir not hazırladım ve bu notu Müftü Bey'e takdim ettim. Hocalarla beraber bu notu mütalâa ettik. O sıralarda Hacı Hulûsî Bey Muş'a gelmişti. Aynı soruyu kendisinden sorduk. Cevabını tek bir cümleyle ifade etti. Almış-yetmiş sayfalık o notu bir cümle ile hulâsa etti. Fıkıhta çok mütehassıs bir Zat olduğunu bir kez daha müşahede ettik.
Bir gün Elazığ cemaatinden Hacı Sabri'ye dedim; "Hafızam çok zayıf. Mezheb imamlarının kitaplarını okurken, Şafiî ve Hanefî mezheblerinin görüşlerini birbirine karıştırıyorum, hafızamda tutamıyorum. Bu Zat'tan benim için bir dua talep et." O da bu isteğimi, Hacı Hulûsî Bey'e iletti. O Zat da: "Haa! Molla usulleri istiyor." dedi. Ben de kendi kendime; "Ellah Ellah, ben fıkhî mesaili birbirine karıştırmamak için hafızamın kuvvetlenmesi için dua istedim. Bu Zat ise, usul-ü fıkıh ilmine işaret etti." dedim. Çok zaman sonra, Cenab-ı Hak, lütf-u İlâhîsiyle usul-ü fıkıhta garib bir kabiliyeti bana ihsan etti. Aynı o gün, sabah faslında Harput’ta bir ağacın altındaydık. Güneş̕ten dolayı yer değiştirmek ihtiyacı hâsıl oldu. Hep beraber ayağa kalktık. Hacı Hulûsî Bey, o sırada bütün cemaatin huzurunda hiçbir sebeb yokken şunu söyledi; “Bu Molla, cemaatiyle beraber Hazret-i İsa̕yı karşılayacak!” Ben, bu sözü te’vil etmiyorum; te’vil edenlere, yanlış yorum yapanlara ve bunun altında başka mânâ arayanlara da hakkımı helal etmiyorum. Ben bu Zata teslim olmuşum ve söylediği cümleyi aynen söylüyorum. Muradı nedir, bilemiyorum. Bazen bana ilişenler olurdu. Hacı Hulûsî Bey diyordu; “Bu Mollaya ilişmeyin, karışmayın. O, benim Mollamdır. Bir zaman gelecek, size çok menfaati dokunacak ve Ondan çok istifade edeceksiniz.” O zamanlarda ileride böyle eserlerin (Kur̕an tefsirleri ile Risale-i Nur̕un şerh ve izahıyla alâkalı eserlerin) yazılacağını bilemiyordum; demek işaret veriyordu.
Molla Muhammed, on yedi sene boyunca, 1969’dan 1986’ya kadar bu Zatın yanına sık sık gider. Ancak 1974 yılında bazı esbaba binaen beş-altı ayda bir gider. Bu tarihten sonra Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla yaz-kış demeden bazen haftada bir, bazen iki haftada bir, en fazla ayda bir defa Elazığ̕a giderdi. O zaman, şimdiki gibi arabalar da fazla yoktu. Ekseriyetle seyahatlerini trenle yapardı. Hacı Hulûsî Bey’in pazar günkü derslerine katılır ve bu derslerden çok feyiz alırdı. Elâzığ’da, Muhammed Efendi adında bir lastikçi vardı. Hacı Hulûsî Bey, O̕nun dükkânında ders yapardı ve bu dersten çok füyuzat hâsıl olurdu. Hacı Hulusî Bey, cemaatiyle Elazığ’da 33. Söz Pencereler Risalesi̕ni takip ederken, Molla Muhammed de ders arkadaşlarıyla beraber Muş’ta gayr-i ihtiyari olarak bir yaz boyunca devamlı Pencereler Risalesi̕ni takip etmişlerdir. Molla Muhammed, bu derslerde çok feyiz ve çok bereket hissettiğini ve bunları dille anlatmanın mümkün olmadığını ifade eder ve “O derslerin lezzeti ruhaniydi, hâlî idi; onları kál ile anlatmak mümkün değil. Ayrıca kabiliyetim de yok.” der.
Hacı Hulûsî Bey, bir gün Molla Muhammed’e dönerek şöyle der:
- Üstad bana dedi ki; “Senin yaptığın manevî vazife ile senin şahsî kabiliyyetin birbirinden çok uzaktır.” Ben dedim:
- Estağfirullah efendim. Benim kabiliyetim hiç yoktur. Dedi:
- Dâd-ı Hak-râ kabiliyyet şart nîst.
Daha sonra Hacı Hulûsî Bey, Molla Muhammed’e dönerek şöyle der:
- Molla! Sen de diyorsun, “Kabiliyetim yoktur.” Fakat senin yaptığın işle, kabiliyetin arasında benim gibi değil, çok fark var. Seninki bütün bütün dâd-ı Hak'tır, dedi.
Molla Muhammed diyor ki: Elláh'ın vergisine engel olacak halimiz yok. Ben Risale-i Nur̕u Hacı Hulusî Bey ile görüşmeden evvel çok okumuştum. Nurculuk âlemini de fazla tanımıyordum. Risale-i Nur̕u kimsenin yanında okumamışım, öğrenmemişim. Ancak Risale-i Nur̕un içine beni sokan, zabt eden Hacı Hulûsî Bey̕dir. Çok müdakkikti. İstikbale ve mukadderat-ı İslam̕a dair ve Risale-i Nur̕un şerh ve izahıyla alakalı bazı sözleri söylüyordu. O sözlerden muradı ne olduğunu o zamanlar anlayamıyordum. Hala da anlayamadığım bazı sözleri var. Hafızamda kalmış. Hapse girdiğim zaman o sözlerin çoğunun mânâsı zuhur etti; bir kısmı da daha sonra zuhur etti; bir kısmı da zamanı gelmediğinden henüz mânâsı zuhur etmemiştir. Keza Risale-i Nur̕un tahliliyle alâkalı izahlarını da o yerler okunduğu zaman o cümleleri hatırlıyorum, zar zor anlıyorum. Medrese hayatımda talebeler kitablarını sür’atle okuyordular. Ben hiçbir zaman öyle yapmadım. Zira fıtratım buna müsaade etmiyordu. Çok teenniyle okuduğum ve çok tedkik ettiğim için geri kalıyordum. Medresede o zaman öyle bir usul de yoktu. Onların “anladık” dedikleri yeri, ben anlamıyordum. Çok müdakkikane gittiğim için, kitablarımı uzun sürede bitirdim. Cenab-ı Hak, medresedeki tahkikat-ı ilmiyeyi, Hacı Hulûsî Bey̕in himmet ve duasıyla zamanla Risale-i Nur̕a çevirdi. Medresemde Risale-i Nur ile beraber Arapça tedrisatında da bulundum. Bir-iki yıl ara vermişsem de Arapça tedrisatını terk etmedim. Risale-i Nur dersiyle beraber yerine ve zamanına göre tefsir, hadis, fıkıh derslerini de ihmal etmedim.
Molla Muhammed diyor ki: Bazen nefsimden şikâyet ediyordum. Bu derdimi, yani zalim nefsimin kusuratını Hacı Hulûsî Bey̕e anlatmak istiyordum. Ancak bunu şifahî olarak ifade edemiyordum. Elazığ’a gittiğimde, Risale-i Nur’da nefs-i emmareyle ilgili yerleri okutturuyordu. Bir gün 26. Mektub Dördüncü Mebhas Birinci Mes’ele’de geçen “Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nüfusları mutmainne iken, nefs-i emmareden şekva etmişler.” cümlesi okunduğu zaman “Molla! Sizi rahatsız eden nefs-i emmare değil, bu tip bir şeydir.” der ve ardından şöyle buyurur: “Ben, bu Molla’ya İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî nazarıyla bakıyorum. Onlar gibidir.” Böylece teselli verip iltifat eder.
Molla Muhammed diyor ki: Ellah şahittir, değil kendimi İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi görmek; Onların ayaklarının toprağı da olamam. Fakat O Zat, öyle diyordu; öyle benzetme yapıyordu. Hikmetini de bilmiyordum. Hacı Hulûsî Bey̕in ayağının toprağı da olamam.
Bir zat, bazen Molla Muhammed’e ilişiyormuş. Bir gün o zat ile beraber, Hacı Hulûsî Bey̕in evine ziyarete giderler. Molla Muhammed, evde onlardan başkasının var olup olmadığını hatırlamıyor. Hacı Hulûsî Bey, o zata hitaben;
- Bu Molla̕ya karışma. Bu Molla “manevî imam”dır, der. Molla Muhammed, Hacı Hulûsî Bey’e sorar:
- Efendim! Risale-i Nur̕da böyle bir şey var mıdır? Benim şahsiyetim çürük, böyle bir şey olabilir mi?
Hacı Hulûsî Bey (ra) şöyle der:
- Kaderde varsa olur.
Molla Muhammed diyor ki: Kat'î olarak bilinmelidir ki; benim kutbiyet, gavsiyet, mehdîlik, müceddidlik gibi bir davam yoktur. O Zatın bu nevi sözlerini de bunun için nakletmiyorum. Her kim, “Molla, bir makam sahibidir veya gayesi bu makamlardır.” derse, ben bu nevi düşünce ve mülahazaları kabul etmem. Yalnız şu kadarı var ki: Bu aciz, Kur’an’ın ve Risale-i Nur dersinin başına geçtiği zaman, o anda bir hal ve tavır veriliyor. Hayatımda öyle bir şey hayalimden geçmediği halde, o anda çok ilhamat-ı harika vücuda gelir, mânâlar tezahür eder. O hal ve tavır, Kur’an’ın şakirtliğinden kaynaklanan bir ikram-ı İlâhîdir. Benim bu şahsiyetle alâkam yoktur. Şahsım itibariyle bütün Kur̕an şakirdlerine, hususan Risale-i Nur’un hakiki talebelerine hâdim olmak sıfatına haiz olsam, dünyada benim için en büyük şereftir. Vasiyetim de odur ki; eğer ölürsem, kabrim üzerine: “Hâdimü’l-ulemâ ve tullabi’n-Nur; Muhammed” yazılsın. Hem ulemânın hizmetçisiyim, hem de Nur talebelerinin hâdimiyim. Büyük bir makamın peşinde değilim. Bir tek merakım ve davam var. O da Kitab, sünnet, icma ve kıyas denilen edille-i şer̕iyyeye ve erkân-ı imaniyeyi berahin-i kat’iyye ile isbat eden Risale-i Nur’a hizmet etmektir. Daha açık ifadeyle Kur̕an-ı Azimüşşan; “Âlem nedir, nereden gelmiş nereye gidiyor?” diye sorulan ve bütün ukûlü hayrette bırakan âlemin muamma ve tılsımını açıp hikmet-i hilkatini halletmişir. Kur’an, bir hikmet-i Rabbaniye olduğu gibi; Risale-i Nur da bir hikmet-i Kur’ânî, O’ndan gelen bir mu̕izedir. Cenab-ı Hak, O mu’izenin esrarını çözmeyi hepimize nasib buyursun. Kabiliyetimizin dâhilinde o esrarı çözmeye çalışıyoruz. Çözdüğümüz o esrar, denizden bir katre, Güneşten bir lem’a gibidir.
Molla Muhammed'in Risâle-i Nûr'u şerh ve îzâhı
Molla Muhammed, 2003 yılında, Risale-i Nur̕un daha iyi anlaşılması ve Risale-i Nur̕da yanlış anlaşılan yerleri; Kur̕an, Hadis ve Risale-i Nur̕dan alıntılar yaparak şerh ve izah yapmaya başlamıştır. O̕nun ders ve sohbetleri kayda alınır, daha sonra o ders ve sohbetler çözülüp tashih edilir; böylece Risale-i Nur̕a aid bazı eserlerin şerh ve izahları vücuda gelir. Hulasa, bu şerh ve izahlar, ilmî bir hey̕etin sa̕y u gayretleriyle ortaya çıkmıştır.
Molla Muhammed diyor ki: Risale-i Nur'u şerh ve izah ederken veya Kur’an’ı tefsir yaparken: «Mana sadece budur, haricinde mânâ yoktur.» demiyoruz. Belki tefsir olsun, hadis olsun, fıkıh olsun, Risale-i Nur olsun, Cenab-ı Hakk’ın lütfu ile o kelime ve cümlelerden gelen füyuzatı bu kadar anlıyoruz, o kelime ve cümlelerin mânâlarının bir mâsadakı budur ve tarz-ı telakkimiz budur, diyoruz. İşte tefsir, şerh ve izahtan muradımız budur. Yoksa «verdiğimiz mânânın dışında o kelime ve cümlelerin başka mânâsı yoktur» demiyoruz ve böyle bir iddiamız da yoktur. Bu asırda Kur’an’ın manevî bir tefsiri hükmünde olan Risale-i Nur, bir sofra-i Rabbaniyedir. Kıyamete kadar herkes, o sofradan illâ istifade eder. Biz de kabiliyetimize göre istifademizi, Kitab, sünnet, icma ve kıyas ile ölçerek yazıyoruz. Ayrıca bu eserlerimiz, bir hey’et-i ilmiye tarafından Kitab, sünnet, icma, kıyas-ı fukahaya muvafık olup olmadığı tahkik, tedkik ve tashih edildikten sonra basıma gönderiliyor. Risale-i Nur̕u şerh ve izah yaparken Sarf, Nahv, Mantık, Belâğat (Bedî’, Beyan, Meanî), Usûlü’t-Tefsir, Usûlü’l-Fıkıh, Usûlü’l-Kelâm yani Akide gibi ilimlerin cümlesi gözden geçirilerek cümle kuruluyor. Üstad’ın cümleleri ise, ekseriyetle lütf-i İlâhînin bir eseri olarak ani olarak kalbe ilham edilmiş ve yazdırılmıştır. Bizim öyle değildir. Cenab-ı Hak, sünûhat nev̕inden bazen konuşturuyor. Kitablarımızın ekserisi ise, nakil olup o nakilleri yan yana getirmek suretiyle vücuda gelmiştir. Bizim, “şerh ve izah” adını verdiğimiz bu kitablarımıza, “Risale-i Nur’dur.” demek hatadır. Fitneye kapılmayalım. Bunları söylemekteki gayemiz ve davamız; kutbiyyet, gavsiyyet, mehdiyyet, müceddidlik veya Üstad’ın yerine geçmek değil. Hâşâ. Vekil-i Üstad olmak da değil. Ancak biz, Kur̕an ve hadisin dellâlı, icma ve kıyasın dellâlı, Risale-i Nur̕da bulunan hakaikin dellâlıyız. Me’haz değiliz, vekil değiliz, Üstad’ın aynısı da değiliz. Biz hâdimiz. Seyyidi, hizmetçisinin eline ne kadar vermişse, hizmetçi o kadar sarf eder.
Şerh ve izahlarımıza me̕haz teşkil eden dersler, Hacı Hulûsî Bey̕in vefatından sonra ilk olarak İstanbul̕da başladı. 1970’ten 1973̕e kadar O Zat’tan aldığımız füyuzatı; Cenab-ı Hak, sanki o dakikada «yerinden alıyorum.» gibi bir füyuzat veriyordu, ders yapıyorduk. Haşir Risalesi̕ni, kırk günde ders olarak İstanbul̕da bitirdim. Keza Kader Risalesi̕ni orada işledik. Daha sonra bunlar ve diğer bazı âsârı «şerh ve izah» haline getirdik. Şu ana kadar kırka yakın eser ümmetin istifadesine lütf-u İlâhî ile sunulmuştur. Bunların devamı da izn-i İlahi ile gelecektir. Müslüman kardeşlerimizden ricamız; bütün bu eserleri okumakla beraber, bâhusus “Kader Risalesi ve Şerhi”ni bir defa bile olsa, okusun. Keza Tasavvuf ile alakalı olan “Telvihat-ı Tis’a Risalesi ve Şerhi”ni en az bir defa okusun. Hususan “Rahman Sûresi’nin Tefsiri”, mahza lütf-u İlâhiyle bize yazdırıldı. Bu eserin dikkatle mütalâa edilmesi, çok faideli olacaktır. Daha evvel çok arkadaşlar, “Rahman Suresi’nin tefsirini yaz.” diye, istekte bulundular. Ben kasem ederim ve Rabbimle sizi te̕min ederim ki; “Böyle bir tefsir yazmaya benim gücüm yoktur.” dedim. Ancak bir gün Tefsir Dersinde Rahman Suresini ders verirken, birden acib bir inkişaf başladı. O zaman dedim; “Kardeşim! Bu inkişafat, benim kabiliyetimin dışıdır; bunları not edin. Rahman Suresi’ni tefsir edelim. Bir mâsadak olsun.”
Lâyık olmadığımız halde, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin emrettiği Risale-i Nur’daki şerh ve izahı ve emrettiği tefsiri yazmaya çalışıyoruz ve bu hayırlı işe devam ediyoruz. Keza ayetleri tefekküre sevk eden ve Rûm Sûresi’nin 17-27. ayet-i kerimelerinin tefsiri hükmünde olan “Dokuzuncu Şua’nın Dokuz Âlî Makamı” adlı eseri, tevfik-i İlâhî ile kaleme aldık. Bu kitabın esasını teşkil eden hakikatler bize aid değildir; derste ânî olarak mahza lûtf-u İlâhiyle kalbe hutur etti ve bu hakikatler inkişaf etti. Daha sonra kalbe gelen o hakikatler, nakillerle geliştirildi. Kur’an’ın tefsiri ve Risale-i Nur’un şerh ve izahı önünde bir engel yoktur. Hiç kimsenin önü kapalı değildir, açıktır. İnşaallah, daha evlâsı ve daha mükemmeli kaleme alınır. Şayet kaleme alınmıyorsa, o zaman bize destek ve yardımcı olun; bu son derece ehemmiyetli ve hayırlı işi bitirelim. Ümmete faideli birer ferd olalım. Kitablarımızda “Hata yoktur.” diyemem, hata olabilir. Tesbit edilen hataları beraberce tashih edelim, tenkîd etmeyelim. Biz, hiçbir Müslümanı tenkîd etmiyoruz.
Hacı Hulûsî Bey̕in vefatına kadar, Molla Muhammed’in dersleri kayd altına alınmıyordu. O Zat-ı Nurani’nin vefatından sonra dersleri kayd altına alındı. Hacı Hulûsî Bey (ra), bir gün Molla Muhammed'e:
- Konuş konuş, der. Sonra kendisi cevap vererek:
- Haa! Anlaşıldı, bu Molla konuşmaz. Ben öldükten sonra konuşacak.
Öyle de çıktı. Molla Muhammed diyor ki; “Bu kitabların te’lifine bizi sevkeden kader-i İlâhîdir. Kader bizi bu hizmete sevketti ve çalıştırdı.”
Molla Muhammed'in 2010 yılında tutuklanması
Molla Muhammed’in hizmet usulü ve yapmış olduğu şerhler, bazı çevreler tarafından hoş karşılanmayıp; gerek basında, gerekse sanal ortamda birçok tenkid ve iftiralara maruz kalmıştır. Bu yüzden hedef olarak gösterilmeye başlanmıştır. Gizli bir ecnebî örgütün de tahrikiyle, 2010 yılında Molla Muhammed ve arkadaşlarından bir kısmı, “Silahlı örgüt kurmak ve el-Kaide örgütüne yardımcı olmak" iftirasıyla, 22 Ocak 2010 Cuma günü sabah saat 05.00'de bir operasyon yapılarak -16 ilde toplam 120 kişi- evlerinden alınmak suretiyle Emniyet Müdürlüğüne götürüldü. Gözaltına alınanların bir kısmı, dört gün nezarette kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Hiçbir müşahhas delil bulunmamasına rağmen, İstanbul'da mahkeme önüne çıkarılanlardan on kişi tutuklanarak Tekirdağ F Tipi Cezaevine yerleştirildi. Bu on kişiden beşi, sekiz ay cezaevinde kaldıktan sonra, 27 Eylül 2010'daki ilk duruşmada tahliye edildi; diğer beş kişi ise tekrar cezaevine gönderildi. Bu beş kişiden dördü, 20 Mayıs 2011 tarihinde yapılan duruşmada tahliye edildi. Diğer kişi ise, Eylül 2011 tarihindeki duruşma sonucunda tahliye edildi.